* BİR TERAPİ ÖDEVİ
Gün içinde bir çok olay yaşarız, anlamlı anlamsız…Her ne olursa olsun duyguların sarmalı ve zihnimizin harmonisi değer de geçer olayların üstünden! Kıvrak pratik bir zekamız varsa olay anında mevzuları kavrarız, biraz daha üstünde düşünmeyi seçmişsek üstüne bir gece uyur, kurgular, gerekli durumlarda olanı hazmeder ve yaşadıklarımızı anlamlandırırız.
Bazen öyle saf ve berrak bir gönle sahibizdir ki sitemleri fark etmez, başkaları söylemese neredeyse bize laf söylendiğini bile anlamamış oluruz. Bazen de aslında söyleyenin bile zihninden hiç geçmeyenler bizim içimizde biriktirdiklerimizden nasibini alır ve yersiz kırgınlıklar, gücenmişlikler yaşarız. Oysa bir kaç cümleyle kendimizi ve ne hissettiğimizi ifade etmekle çözüveririz olanı biteni..Bir de yaş ilerledikçe cümlelerini zayi etmemeyi öğrenir insan, söylese neler olacağının kendi kronolojik yaşam öyküsündeki yerini bilir ve ses etmez. Olgunluk denir buna, feraset eklenir başına sonuna, hafif de bir güceniklik sezilir içli bakışlarda!
Terapötik ortamlar işte tam da bu yüzden vardır. Bizi kendimizle yüzleştiren sorularla muhatap oluruz, danışanlarımın ifadesiyle “hiç kendime şimdiye dek sormadığım sorular”! Anlama ve anlamlandırma gayretidir terapi süreci! Kendimizi bulmaya başladıkça rahatlarız. Bazen kendi yastığımıza bile itiraf edemediklerimizi birdenbire haykırabildiğimiz andır. Çocukluğumuzu anımsama gayretimizde hep bundandır aslında! Hani başkasının oyuncağıyla oynarken cebimizde unutur, eve getirdiğimizi yatmadan önce fark edip, nereye koyacağımızı bilemez en çok sabaha kadar içimizde saklarız sonra da annemize bir şekilde ağlayarak söyleyince rahatlayıvermişizdir ya..İşte iç huzuru dediğimiz an böyle bir şeydir. Eğer anneniz olgun, aklı başında, yürekten sevmenin ne demek olduğunu bilen bir kadınsa tüm hatanızla sizi bağrına basar ve siz bundan müthiş bir haz duyarsınız. En tatlı kabulleniliş hali! Ve büyüdükçe her zorlukta o sıcak kucağın rahatlığını ararsınız. Bilirsiniz ki hep orada kıymetlisinizdir ve büyük bir umutla yetişkinlik döneminde koşulsuz bir kabulde olduğunuz o ilişkiyi bulmaya çalışırsınız. İçini açabilme, eteklerindeki taşları dökebilme kıvamında her daim kendinize güvenli bir ilişkiniz olur. Süreçten yara bere alarak çıksanız da ilk çocukluk yıllarında kurduğunuz o sıcacık bağ sizin imdadınıza yetişir ve yaralarınız tez vakitte kabuk bağlar. Tersi bir durumda; her ilişkide kabul edilme şansınızı zorlar, yeri gelir hırs yapar yeri gelir çatışmalar yaşar, sözlerinizle karşınızdakini yorar veya onların en ufak bir söyleminde kendi kabuğunuza çekilir veya şiddetle meydan okursunuz.
Bu yüzdendir günlük tutmak ve mektuplar yazmak; şimdilerde belki mesajlara sığdırmak kendimizi! Filmlerin altındaki yorumları okumak, gideceğimiz yerleri seçerken beğeni yıldızlarını saymak, kimin ne düşündüğünü bilmek, meraklı olmak ve araştırmak! Hepsi yaşananları anlamak ve anlamladırmak gayretidir. Elbette terapötik ortam gibi sistematik ve profesyonel değildir. Ama yaşadığınız günü ve olayları, iletişimde kaldığınız insanları ve içinizden geçirdiklerinizi durup düşünmek, yeri geldiğinde yazmak, muhatabına üslubunuzca iletmek bu kendilik yolculuğunda elzemdir.
Mektuplar... Üç büyük şaire aşkı derinlerinde yaşatmasıyla hayran olduğum değerli yazar Tomris Uyar; mektupla kişinin kendini iletmesini şöyle açıklar: “Aklından asıl geçenleri hiç yazamazsın mektuba. Karşındakinin beklediklerini, istediklerini yazarsın ki mektupsuz kalmasın. Kendi zararına hep, onun yararına. Bir sevgili düşlemişsindir yıllardır, boyuna ona yazarsın aslında. Kız da kafasındaki sevgiliden bilir senin mektubunu.”
Böyle mektupsal ilişkiler çerçevelidir zaten ;kişi kendi olmadığından ve kendi olmayıp ezbere yaşayanla muhatap olduğundan sahte bir dünya yaratır kendine! Şimdilerde sıklıkla reklam çekimi gibi yapılan evlilik teklifleri, baby shower partileri, gözlerinin içine bakmaktan daha önemli sayılan yapay film kareleri! Şablondan çizilmiş bir kadın ve bir erkek vardır ortada, kadın böyle der erkek şunu yapar tanımlamalı, bilindik çocuk resimlerinde anne babasının elini tutup gülümseyen çocuğun korkan umuduna sıkıştırırlar yuvalarını! Gönül bağının koptuğu durumlara resmi imzaların mürekkebi damlar ya da mal paylaşımının derin buzulları! Yıllar böyle sürer ve en güzel yıllar sevgiden ve en önemlisi kendinden çok uzak bir yerde geçer.
Bu yüzden anlama ve anlamlandırma gayretinde samimane yazılan günlükler bana daha yapıcı gelir. Hatta bir çok danışanımdan bana günlük mesaj göndermelerini isteme sebebim de budur. Olay anında, en doğal haliyle, söylemek istediği gibi, kendi gibi…hatasıyla, ukalalığıyla, dobralığıyla, kıskançlığı ve öfkesiyle..Çünkü kendini kabul, ruhsal iyileşmenin en önemli ve gerekli adımıdır.
Düşeyazmak.. Lise edebiyatında aklımda kalan önemli bir birleşik fiil! Sendelemek anlamında kullanılır ya da pek kullanılmaz aslında. Edebiyat öğretmenimin “sınavda çıkar yoksa gündelik hayatta kullanmazsınız” deyişiyle en çok kullanmayı seçtiğim kelimedir. Ona inat olsun diye değil gerçekten çok sevdiğim ve neden kullanmakta bu kadar ısrarsızızı anlamadığım için! Düş’e yazmaktır hem benim için…yaşadıklarımın öncesindedir, önceki düşlerim şimdiki yaşadıklarımdır yani! Yaşarım, bu kez yeniden düş’eyazarım. Sendeleyerek belki ya da zıplayarak kimbilir? Veya düşteki birine yazmak; işte bu en sevdiğim..
Yaşadıklarınızı düşeyazın yani hayatı anlama ve anlamlandırma çalışması diyebileceğimiz terapiyi, önce kendi içinizde başlatın. Sayfalar dolusu günlükleriniz, anı defterleriniz olsun. Yazarken yeniden yaşayın, yaşadıkça anlayın, anlamlandırmayı seçin, kendinizden bir anlam ekleyin. Bildiklerinize, gördüklerinize gönlünüz damlasın, düşleriniz satırlarınızda dinlenip soluklansın. Sevdiklerinize yazın, defalarca okuyun sonra…Onun da defalarca okuyacağını bilerek mutlu olun. Sözleriniz uçacak, yazdıklarınız kalacak. Aylar sonra okuduklarınıza gülecek belki yeniden ağlayacak ama yaşamışım diyeceksiniz. Ve emin olun yaşamak, sadece yaşamak, işin gücün buymuşçasına yaşamak güzel şey! Şu fani dünyada ölümün bile hakkını verircesine! Yaşamak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder