Aşk;
herkesin yüreğinde aynı yaşanmaz, bambaşka bir seyir izler. Aşk şeklimiz, aşkı
nasıl yaşadığımız, en ufak bir kaygı ve korkuya yer vermeden kalp ritminin
içinde kaybolabilmemiz çok ciddi bir duygusal bilinç göstergesidir.
Bowlby,
bağlanma kuramında güvenli bağlanma kavramı içinde anneyle kurulan ilk ilişki
anının, sağlıklı olduğu sürece tüm hayatı etkileyen yanından bahseder. Aslında
sevmeyi annelerimizin gözlerinden öğrenmeye başlarız. Bize olan sevgisini
aktarma şekli, seçimlerimizi, kararlarımızı, beğenilerimizi nasıl da
düzenleyiverir fark ettirmeden... İçimizdeki merhamet kavramının gelişimini,
annemizin bizimle kurduğu ten temasıyla, söylediği bir ninniyle veya vücudumuzu
sıcacık tutabilmesiyle ilişkilendirmiş oluruz bebeklik döneminde…
İlişkilerde
yaşanan sıkıntıların temellerine indiğimiz zaman, ciddi anlamda anne tarafından
ihmal edilen duygu yoksunluğu, anneye duyulan öfkeler karşımıza dikiliverir
hemen… Bazen aşikârdır bazen üstü örtük… Ama sonuç hep aynı yere gider. Annenin
kendini olumlu ve sağlıklı kabulü, çocuğunu etkiler ve çocuk hep çocuk haliyle
kalmaz bu hayatta… Büyür, gelişir, sosyal bir varlık haline gelir. Duygularını
tanır veya tanımlayamaz. Okulda, işte, arkadaş çevresinde ve en önemlisi flört
veya evlilik sürecinde birçok şey yaşar.Demek ki aşk kapasitemizi anlayabilmek için, annemizle olan ilişkilerimizi gözden geçirmemiz gerekir.
Karşılaştığımız
her yeni insan, her yeni ortam veya her bir aşk, aynalar diyarında gezmek
gibidir. Kendi parçalarımızla karşılaşırız, yüzleşiriz, kendimizden kaçarız,
güleriz ya da aynalara küseriz. Ama kendimizle olan kavgamız nedeniyle,
karşımıza çıkanları suçlarız, onlara güceniriz, sürekli söylenir, kızarız. Olayların
ve insanların, bizim gönlümüzü terbiye etmek için gönderilmiş oldukları
gerçeğini gözden kaçırırız. Şu an ne yaşıyorum ve ne öğrenmem gerek sorusunu
hiç sormayız kendimize... Zordur yüzleşmek !!! İmtina ister, yürek ister, sorumluluk
altına girmeyi gerektirir, kendi kendinin hesabını sorma cesareti gerektirir.
Sevmek,
kendini bulmak demektir. İnsanın kendini bulabilmeye bile vakti yoksa sevmekten
bahsedilemez. Duygular, sadece isimlendirildiği zaman çözümlenebilir hale gelir.
Aşk, hiçbir oyunu içinde barındırmayan bir duygudur aslında… Olduğu gibi kabulün,
özgür seçimlere saygının başladığı an, gerçek aşktan söz edilir. Ne yaşadığını
bilemeyen, anlamlandıramayan, hayata dair farkındalığı kavrayamayan bir insanın
aşk ile sevgi ile tanışabilmesi ve bu duyguları yaşayabilmesi, tanımlayabilmesi
mümkün değildir. Böyle bireyler, sadece
bazı duygularına köle ararlar, benciliği aşk sanarlar, koşullar şartlar oluşturup,
ortaya sürüp dururlar. Listeleri vardır bekledikleri ilişkileri şekillendirmeye
çalışan… Ne istediğini bilmek olarak adlandırılan ve nitelendirilen çizelgeler…
Oysaki sevgi ve dahi aşk, koşullar
gerektirdiği için yaşanmaz, koşullar kendiliğinden oluşur hale geliverir gerçek
bir aşk varsa ortada… Metin Hara, Aşkın İstilası Yol adlı kitabında bu durumu şöyle
anlatır:
“Bir akvaryumun içine iki balık
koyarsan, onlar birbiriyle sevgili olmak zorunda kalır. Ortada bir seçim
yoktur, bir kader vardır. Fakat koca okyanusun içinde, iki balık birbirini seçerse,
işte onun ismi aşk olur. Çünkü bu balıkların arasında, şartların yarattığı bir
mecburiyet yoktur. Gerçek aşkı, koşullar bunu gerektirdiği için yaşamazsın, onu
sen kendin yaratırsın.”
Âşıklar
sudan çıkmış iki balıktır artık, iliklerine kadar aşk denizinde ıslanmış… Sevgili
dediğin şey kimdir peki? Kişiliğinin her ayrıntısını, kökünü, gövdesini fark
edecek kadar derin, bir nefes kadar gerekli ve etkili, düşlediklerini beynine
sığdıramayacak kadar tombul hayalli, ümitsizliği hiç düşünmeyecek kadar
Polyanna, “anlayışın sınırı mı varmış?” diyecek kadar geniş, başka birini gözü görmeyecek
kadar görüş açısı dar olan kişi demektir sevgili…
Bir aşkı olmalı insanın...
O gelecek diye sevinçten uykuları kaçan, o konuşacak diye tüm dünyayı susturan,
bir sevgi dolu bakışı için her zorluğu göze alan, varını yoğunu benliğini
ortaya koyan, ne olacak şimdi diye düşünmeyen, yaşadığı her anı sermaye bilen,
kollarına kendini bıraktığında oracıkta eriyen, bir uçurumun kenarındayken
sırtını ona yasladığında, gözünü hiç düşünmeden kapatabilen… “Hiç olmadan
aşk başlamaz” der sufiler...Bir hiç olmalı onun yanında, bildiği her şeyi
unutmalı, yeni öğrenir gibi heyecanlanmalı, ruhunun aşk pınarından içebildiği
kadar içmeli insan…Böyle bir aşk için, Özdemir Asaf’ın dizelerinde tanımladığı
gibi, bir seviyi anlamak için bir yaşamı
harcamak gerekir belki de…
Ey
aşk!!!
Terketme bizi...
Yokluğumuz
boşluk olur,
Dualarımız öksüz
kalır,
Kelebeklerimiz
yalnız,
Renklerimiz hep
gri kalır.
Heyecanımız
yitip gider, coşkularımız kursağımızda kalır.
Sevenin kolları
omuzlarından kesilir, bacaklarının da dermanı...
Gözleri görmez,
sesleri duymaz olur.
Tut
elimizden aşk!!!
Kilitler bul… Hem
sıkmasın bileğimizi hem koparmasın birbirinden ellerimizi...
Öyle bir su bul
ki bize, ayrılık çölünde çıkan yangını söndürsün, aynı zamanda içinde yüzülecek
aşk denizini doldursun.
Bilirim
aşk!!!
İmkânsız gibi
görünürken, mümkünleri de sıralarsın.
Neye inanacağını
şaşırtır, hem güldürür hem ağlatırsın.
Hem yandırır hem
yakarsın.
Sevdiğini hem
gösterir hem yanından alırsın.
Hayalini
kurdurur sonra hayalleri çalarsın.
Bir
varsın bir yoksun.
Söylesene
aşk sen bize neler yaparsın?
Hissedilen
Aşk ile…
Her
yeni güne Bismillah
Her
yeni alınan derse Eyvallah,
Her yaşanan
güzelliğe Maaşallah,
Her güçlüğe ya
Allah,
Her korkuya Maazallah,
Her yeni
ana Biiznillah der,
Hayata
yeniden başlarsın.
Öyleyse
aşk !!!
Ya ateşinle
yandır bizi ya da kör kuyularda söndür bizi...
Ne yaparsan yap,
bir hiç olarak cümlelerde andır bizi...
Unutturma
öğrendiklerimizi, yazmamızı sağla yüreğimizin derslerini...
Ya
birbirimizde yok olalım ya da yok olup göz önünden kaybolalım ama asla ortada
kalmayalım.
Çünkü Aşk, hiçbir
zaman boşluklarda yaşanmaz. Şems’in dediği gibi ya siyahtır ya beyaz ; grisi
yoktur asla…Ya merkezindesindir ya dışında...Olamazsın ortasında…
Öyle aşk cümlelerimiz
olsun ki bu hayatta; virgüller, içi dolu çikolatalardan oluşsun. Sevenden
gelen satırlarda bir an bile durulmasın,
tek nokta anlamını yitirsin mesela... Üç nokta sürekli kullanıldığına sevinsin.
Aşkın kitabı tekrar yazılsın. Sevilen, gönlüne
sevenle ilgili parantezler açsın. Çılgın hayallere ünlemler eklensin, merak
edilenlere soru işaretleri... “Ne güzel bir cümlesin sen” diyebilmeli insan aşk
sayfalarına yazılan yazılara...
Yüreğindeki
aşk; seni sarmaşık gibi sarsın
Gözlerindeki
aşk; hayallerini süslesin.
Sözlerindeki aşk;
kulaklarında yankılansın.
Satırlarındaki
aşk; baktığın her sayfada gözlerini kamaştırsın.
Ruhundaki aşk; dualarında
yerini alsın.
Gecen gündüzün
aşkı hatırlatsın, sarmalasın, sevenlerin sonsuzluk denilen saatinde akrep ve
yelkovan gözden kaybolsun.
Ve bugünden
sonra AŞK, ruhumuzu şifalandırsın, benliğimizi yok etsin. Aşkın içindeyken, maskelerimiz ve kimliklerimiz anlamını yitirsin.
"Aşk bir gül gibidir Yusuf'a
benzer. Kokusunu almaya bir Yakup ister." (Hz. Mevlana)
5 yorum:
Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda kimler gelmiş,kimler göçmüş bu dünyadan...Keşke hayattayken değer bilenlerden olsak, Yunus'un ifadesiyle:
"Sevelim sevilelim bu dünya kimseye kalmaz."....
Kaleminize ve yüreğinize sağlık güzel yazılarınızı takip etme dileğiyle
Kaleminize ve yüreğinize sağlık güzel yazılarınızı takip etme dileğiyle
Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda kimler gelmiş,kimler göçmüş bu dünyadan...Keşke hayattayken değer bilenlerden olsak, Yunus'un ifadesiyle:
"Sevelim sevilelim bu dünya kimseye kalmaz."....
ben teşekkür ederim değerli yorumlarınız için...Ne de güzel hatırlattınız... Yunus Emre'yi anmadan aşkı anlatma gafletinde bulunduğumu fark ettim. yüreğinize dert değmesin efendim...
Yorum Gönder