16 Aralık 2020

"BİR MÜDDET" MAKAMI

        Özel bir andı, hani o tam huzur'da olduğun anlar vardır ya işte öylesine bir şükür hali vardı adamın gözlerinde! İç geçirircesine baktılar sonra gülümsediler birbirlerine! 


         Ve adam dedi ki;


            "- Daha önce tanımalıydım seni, belki bir kaç yıl öncesi!

             Bunu ben de isterdim” dedi kadın! 


Buna inandığı için değil, adamın geçmişinin herhangi bir yerinde olma hayalinin heyecanıydı o an verdiği cevap! Ee ne de olsa Sabahattin Ali ne güzel söylemiş; 
“Onun kafasında bir müddet yaşamak için neleri feda etmem ki?” 
Ha geçmiş ha şimdi ha gelecek ne fark eder ki? 

“Bir müddet” ...Nasıl da o ürküten belirsizliğin en tatlı ifadesidir. Uzun mudur kısa mı? Gerçek midir rüya mı? Sadece “bir müddet”! Birine yük olmaktan, bir yaşama sıkıntı ve sorun olmaktan nasıl da güzel sıyrılmış bir vakit tanımlamasıdır.


“Şimdi zamanı değil”...Bu sözü ne çok duymuşuzdur çocukken annemizden! Klasik bir baştan savma tekniğidir belki anneler dünyasında ama bana çocukken de şimdi de oldukça gereksiz bir cümle gibi gelmiştir. “Peki ne zaman, zamanı?” diye sorsan cevap gelmeyeceğini bildiğinden bir süre sonra sormaktan da vazgeçersin. Sonra kendi bildiğini okursun ama aktif ama pasif davranışlarla! Çünkü istiyorsan bir şeyi onun için zamanı kollarsın, şartları oluşturursun ve neyse istediğin mutlu sona ulaştırırsın kendini! Tam da o zaman başlar kendilik yolculuğumuz; karşı çıkmak veya oraya saplanıp kalmaktaki seçimimiz! 


Aslında masum çocuksu inadımız ve vazgeçmeden sonunu düşleyip hayal etmek ısrarımız adeta büyüdükçe elimizden alınmaya çalışılıyor. Ya büyüklerin yaşanmış hayal kırıklıkları buna engel ya kendilerince geliştirmiş oldukları gereksiz yargıları  bize karşı vericiliklerini yitirmelerini sağlamış. Buraya kadar yetiştirilirken dayatılan mecbur kabul alanı lakin buradan sonrası bize kalan kısmı! “Şimdi zamanı değil” deme sırası bize geçmişken “işte tam zamanı” kısmına uzanan yolculuğumuz nasıl olacak?


Hepimizin bildiği gibi ömür kısa, yolun sonu da belli değilken karşılaştığımız kişi, olay veya durumlara hep bir çerçeve içinde bakmayı mı tercih edeceğiz yoksa çerçevelerden sıyrılıp içindeki resmin uçsuz bucaksızlığıyla mı ilgileneceğiz? Belki çerçevedeki resmin arkasında zamana düşülmüş bir kaç not var okumamız gereken ya da resmin kenarına köşesine kondurulmuş gizliden bir öpücük izi! Eh şimdi göremeyecek miyiz yani duvardaki çerçeveye sığdırılmış o bütün resmi?


“Zamanı değil” diye düşündüklerimiz,”keşke biraz daha erken tanısaydım” ya da “şu durumlarım olmasaydı daha güzel ilgilenirdim bu olayla” dediklerimiz, “yok yapamam mümkün değil” diyerek kaldırım taşı gibi zihnimize örülmüş kalıplarımız,”prensiplerim var” deyip kendimizi biraz esnemekten yoksun bırakışlarımız kısacası o zihnimizce çizdiğimiz ve içinde sadece  bildiğimiz ve güvenli olduğunu düşündüğümüz durumlarımızın sürekliliği bizi kendimize yabancılaştırmaya başlıyor hatta daha da ileri gidip “ben buyum değişemem”e sürüklüyor ve içimizin yürek dolusu fısıltılarını bile duyamaz hale geliyoruz katılıklarımızdan! Samimiyetten  ve doğallığımızdan çok uzakta bir yerlerde!


Ben genellikle zaman yerine vakit kavramını kullanmayı seçiyorum. Zamanda takvim var, saat var kısacası bir çerçevenin içinde dönüp durma hali var. Ama vakit öyle mi ya? Gönlümden kutlama vakti geldi dersin; doğumgününü,özel bir günü, bir bayramı beklemek zorunda kalmazsın mesela! Günün içinde planlanmış programının saatlerine sığdıramazsın arayacağın kişiyi ama gönlüne sığdırmışsan dakikaları yelkovanın ucuna dolayıp, içten bir nefesini duyabilmek için gözlerini kapatarak telefona uzanır elin!  Şartların müsait değildir ama gönlün istemiştir; uygun hale getirmenin binbir yolunu bulursun içine bir kez ateş düştükten sonra! Yıllar önce o yanında olsaydı her şey güzel olurdu gibi geliyordur sana ama belki de bu kadar kadrini kıymetini bilmeden geçireceğin günü daha kısa yoldan atlatmış, şimdi tam kıvamına gelmişsindir kimbilir? Zamanın telafisi olmaz elbet ama vakit her daim sana yeni haller bahşeder.


Bazen karşılaştığımız insanlar büyüleyici bir zaman diliminden hayatımıza girmiş gibidir. Akvaryumda iki balık olsak karşılaşmamız normalken, koskoca okyanusta burun buruna gelmişsek bu muhteşem tanışmanın serüvenini yaşamayı seçmek çok kıymetli değil midir?


Yaşadığımız durumlar neyin öncesi ve neyin sonrasıydı? Hayat bizi neyle yüzleştiriyor? Neyi kucaklamamızı diliyor? Nelere olan direncimizi kırıyor? Nelerden vazgeçmemizi istiyor? Deyim yerindeyse; yemediğimiz  büyük lokmaların yerini alan kendimizden büyük sözlerimiz nerelerde ayağımıza dolanıyor? Hepsi “herkesin bir hikayesi var” kavramına saygı duymamızı ve empati kurmamızı sağlıyor olabilir mi? Kendiliğimizin çok önemli olduğu bir yandan da hayatın tek merkezinin kendimiz olmadığını ve yaşamdaki her döngünün içinde irili ufaklı rollerin bizlere ne kadar da çok etki ettiğini daha yakından deneyimlememizi sağlıyor. Bazen severek bazen söverek ama her defasında içimize işleyerek..


Ve biz neyi seçiyoruz? Her ne pahasına olursa olsun kendiliğimizi yaşamayı mi bize dayatılan, farkında bile olmayıp kendimiz sandığımız kişiyi mi yaşatmaya çalışıyoruz? Oksijenimiz her şeyi dönüştürebilen sevgi mi yoksa yaşam destek ünitesi gibi gördüğümüz kopamadığımız alışkanlıklarımız ve çevremiz mi?


Gelelim hikayenin sonuna! Hikayeyi başlatan Adem ve Havva birlikte olamadıkları yılları düşünmekten vazgeçip; onları bekleyen  geleceğin geçmişinde olmaları nedeniyle şimdi ve burada yaşananların kıymetini incir yaprağına nakşetmeyi tercih ettiler. Çünkü sevmenin zamanı yoktu, vakti vardı, ansızın gelir ve aşk ile yaşanırdı. Çok önceden yaratılmışlardı ve yeniden yaratılabilmeyi başarmışlardı. “İyiki” lerin ve en anlamlı "rastlaşmalar"ın hakkını verircesine! Birliktelik şarkısının “rast”makamına bir müddet “buselik” makamı eklercesine!

12 Aralık 2020

GEÇMİŞE DAİR BİR HAYALLEME

Ne de güzel söyler, o buğulu sesiyle Nilüfer: “Bazen hayaller kurarım” 

Hayaller olmasını istediklerimiz değil midir? Ve nedense hep gelecek hayalleri kurarız. İşlerimiz, yapmak istediklerimiz, dilediklerimiz, sevdiklerimiz üstüne! Yaşama sevinci verir, umudumuz tükenirse sanki elimiz kolumuz bağlanıverir. Bazen farkında olmadan başkalarının hayallerini çalarız, sanki daha iyisini düşleyemeyeceğimizin tüm inancını kaybetmişcesine! Hayal kurmaya bile üşenir çoğumuz, şimdiye kadar hangisi oldu ki bezginliğiyle! Bir de bize ilham verenlerle tanışma şansımız olmuştur ,yepyeni bir gökyüzünü gözlerimize sığdırıp giderler! Dalıp dalıp gittiğimiz denizin içinden çıkar bazen, güneşin doğuşunu zorlar bazı hayaller! Okuduğumuz kitapların tutkuyla dans eden satırları yüreğimize sızar bir de! O da benim en sevdiğim…


Hayal kurmak; insanı günün her saatinde yakalar aslında! Yine de hayal kurmak için zaman ayırmak gerektiğine inananlardanım. Başka hiçbir işle uğraşmadan, sadece beynin tüm sinapslarını harekete geçirip  “çekiyorum, tüm canlılığıyla bu anı yakala” diyen o muazzam haliyle! Belki de sadece on dakika! Her şeyden herkesten uzak, kendini kendinle ödüllendirme  zamanı gibi! Yerdeki karıncanın ayak seslerini duyarcasına, renkleri pigmentlerine ayırırcasına, kokusunu içine çekercesine, tırnak uçlarına kadar hissedercesine! Olmasını istemek hali değil, oldurduğunun içinde olmak hali..


Aslında hayal kurmak sadece gelecek için değil benim dünyamda! Benim geçmişe dair hayallerim var mesela! Bazen birini öyle seversin ki onun en içten gülüşünün çocukluğunda kaldığını bildiğinden midir ya da en güzel gülümseyiş çocukluğa dair midir bunu tam olarak ayırt edemesem de onun çocukluğunda yanındaymış gibi  olmayı çok isterim. Ne de olsa “Çocukluk ve cennet birbirine karışır çoğu zaman” demiş Luan Starova! 


Ağzında emzik, elindeki oyuncak aslanı yerde sürüyerek gezerken O, sanki senin de elinden tutup “gel buradan gidelim” der gibi odadan birlikte çıktığını düşlemek! Mavi kedisinin yıkanma gününde, oyuncağın çamaşır makinesinden çıkmasını birlikte beklemek, makinenin her hareketinde sanki o oyuncak kedi acı çekiyormuş gibi gerçekle oyun arasındaki o tatlı gönül endişesini yaşarken izlemek!  Annesi “hadi sofraya” dediğinde onunla koşup, yanına oturmak! Onun iştahla yediğini izlerken, aç kalmak! Ekmek almaya birlikte gidip, eve gelirken ekmeğin köşesini ısırıp paylaşmak! Çizgi film zamanında yere koyduğu yastığa birlikte başını koymak ve kahkahalarını birbirinin omuzlarında hissetmek! Aynı masada resim yaparken, boya kalemlerini bir sen bir ben diye paylaşarak kullanmak, güzel oldu deyince yanağımdan öpüşünü  gözlerimi yumarak içimde hissetmek! Ardından okul yılları! İlk, orta ve lise yılları belki.. İlk bisiklet sürüşünde yere düşüp dizi yaralanırsa “dur üfleyim de geçsin” diyebilmek! Tüm okulun  önündeki 23 Nisan kutlamasında  Ata’sına şiir okurken, “unutmasın Allah’ım nolur “diye  içten içe yalvarmak! Sıranın altına sığdırdığı kopyaları görüp, “yakalanacak şimdi” korkusunu ondan önce sırtındaki hararetle yaşamak! Belki birlikte okuldan kaçmak ve kaçınca ne yapacağını hiç bilememek! Okulda aşı olurken, ortalığı yıktığı sırrını, annesinden birlikte saklamak! 


Yaşanmışlıkların içinde yeniden dans etmek gibi! Sanki geçmişin tutkulu bir tangosu kıvamında! Gökyüzündeki bulutlardan birini yastık gibi sürükleyip onun bulutunun yanına yerleştirmek belki! Ayaklarını gökten yere sarkıtarak, yeryüzüne yıldızları öperek serpmek, sonradan yaşanacakların üstüne denk geldiğinde parlayan olayları birlikte izlemek gibi! Daha sımsıkı, daha sıcak, daha samimi, hep varmış ve yan yanaymış gibi!  Gözlerinin çocukluk ışıltısını gönlüne kaydetmek ve  onun en huzurlu olduğu anı ancak bu şekilde anlayabilmek!


Hayallerimiz olsun elbette istediklerimize dair, umduklarımıza dair! Sevdiklerimizin gözlerinin mutlu ışıltısını keşfedebilmek için de geçmişe dair de kurulabilsin hayaller! İçinde kendimizden başkasını da sığdırdığımız düşlerimiz varsa, birliktelik ayarının ısı - ışık kontrol düğmesi gibi! Ya da kimselerin bilmediği ama yüreğinin mendiline sakladığın yara kabuklarını birbirine hediye etmek gibi! Defterinin arasında kuruttuğun çiçeğin yıllarca geçmeyen kokusunu birlikte koklamak gibi! Gizli günlüklerini o yemyeşil ağacın altında birbirine okumak gibi! Şimdiye dek hep varmış,  bundan sonra her şey daha da güzel olacakmış gibi!


Ve büyürken dinlediğimiz en güzel Sezen şarkılarının içimizi huzurlayan tınısı gibi…


“Başını göğsüme sakla sevgilim

Güzel saçlarında dolaşsın elim

Bir gün ağlayalım bir gün gülelim

Sevişen yaramaz çocuklar gibi”

04 Aralık 2020

YAŞADIKLARINI DÜŞEYAZMAK *

            * BİR TERAPİ ÖDEVİ

Gün içinde bir çok olay yaşarız, anlamlı anlamsız…Her ne olursa olsun duyguların sarmalı ve zihnimizin harmonisi değer de geçer olayların üstünden! Kıvrak pratik bir zekamız varsa olay anında mevzuları kavrarız, biraz daha üstünde düşünmeyi seçmişsek üstüne bir gece uyur, kurgular, gerekli durumlarda olanı hazmeder ve yaşadıklarımızı anlamlandırırız. 


Bazen öyle saf ve berrak bir gönle sahibizdir ki sitemleri fark etmez, başkaları söylemese neredeyse bize laf söylendiğini bile anlamamış oluruz. Bazen de aslında söyleyenin bile zihninden hiç geçmeyenler bizim içimizde biriktirdiklerimizden nasibini alır ve yersiz kırgınlıklar, gücenmişlikler yaşarız. Oysa bir kaç cümleyle kendimizi ve ne hissettiğimizi ifade etmekle çözüveririz olanı biteni..Bir de yaş ilerledikçe cümlelerini zayi etmemeyi öğrenir insan, söylese neler olacağının kendi kronolojik yaşam öyküsündeki yerini bilir ve ses etmez. Olgunluk denir buna, feraset eklenir başına sonuna, hafif de bir güceniklik sezilir içli bakışlarda!


Terapötik ortamlar işte tam da bu yüzden vardır. Bizi kendimizle yüzleştiren sorularla muhatap oluruz, danışanlarımın ifadesiyle “hiç kendime şimdiye dek sormadığım sorular”! Anlama ve anlamlandırma gayretidir terapi süreci! Kendimizi bulmaya başladıkça rahatlarız. Bazen kendi yastığımıza bile itiraf edemediklerimizi birdenbire haykırabildiğimiz andır. Çocukluğumuzu anımsama gayretimizde hep bundandır aslında! Hani başkasının oyuncağıyla oynarken cebimizde unutur, eve getirdiğimizi yatmadan önce fark edip, nereye koyacağımızı bilemez en çok sabaha kadar içimizde saklarız sonra da annemize bir şekilde ağlayarak söyleyince rahatlayıvermişizdir ya..İşte iç huzuru dediğimiz an böyle bir şeydir. Eğer anneniz olgun, aklı başında, yürekten sevmenin ne demek olduğunu bilen bir kadınsa tüm hatanızla sizi bağrına basar ve siz bundan müthiş bir haz duyarsınız. En tatlı kabulleniliş hali! Ve büyüdükçe her zorlukta o sıcak kucağın rahatlığını ararsınız. Bilirsiniz ki hep orada kıymetlisinizdir ve büyük bir umutla  yetişkinlik döneminde koşulsuz bir kabulde olduğunuz o ilişkiyi bulmaya çalışırsınız. İçini açabilme, eteklerindeki taşları dökebilme kıvamında her daim kendinize güvenli bir ilişkiniz olur. Süreçten yara bere alarak çıksanız da ilk çocukluk yıllarında kurduğunuz o sıcacık bağ sizin imdadınıza yetişir ve yaralarınız tez vakitte kabuk bağlar. Tersi bir durumda; her ilişkide kabul edilme şansınızı zorlar, yeri gelir hırs yapar yeri gelir çatışmalar yaşar, sözlerinizle karşınızdakini yorar veya onların en ufak bir söyleminde kendi kabuğunuza çekilir veya şiddetle meydan okursunuz.


Bu yüzdendir günlük tutmak ve mektuplar yazmak; şimdilerde belki mesajlara sığdırmak kendimizi! Filmlerin altındaki yorumları okumak, gideceğimiz yerleri seçerken beğeni yıldızlarını saymak, kimin ne düşündüğünü bilmek, meraklı olmak ve araştırmak! Hepsi yaşananları anlamak ve anlamladırmak gayretidir. Elbette terapötik ortam gibi sistematik ve profesyonel değildir. Ama yaşadığınız günü ve olayları, iletişimde kaldığınız insanları ve içinizden geçirdiklerinizi durup düşünmek, yeri geldiğinde yazmak, muhatabına üslubunuzca iletmek bu kendilik yolculuğunda elzemdir.


Mektuplar... Üç büyük şaire aşkı derinlerinde yaşatmasıyla hayran olduğum değerli yazar Tomris Uyar; mektupla kişinin kendini iletmesini şöyle açıklar: “Aklından asıl geçenleri hiç yazamazsın mektuba. Karşındakinin beklediklerini, istediklerini yazarsın ki mektupsuz kalmasın. Kendi zararına hep, onun yararına. Bir sevgili düşlemişsindir yıllardır, boyuna ona yazarsın aslında. Kız da kafasındaki sevgiliden bilir senin mektubunu.” 


Böyle mektupsal ilişkiler çerçevelidir zaten ;kişi kendi olmadığından ve kendi olmayıp ezbere yaşayanla muhatap olduğundan sahte bir dünya yaratır kendine! Şimdilerde sıklıkla reklam çekimi gibi yapılan evlilik teklifleri, baby shower partileri, gözlerinin içine bakmaktan daha önemli sayılan yapay film kareleri! Şablondan çizilmiş bir kadın ve bir erkek vardır ortada, kadın böyle der erkek şunu yapar tanımlamalı, bilindik çocuk resimlerinde anne babasının elini tutup gülümseyen çocuğun korkan umuduna sıkıştırırlar yuvalarını! Gönül bağının koptuğu durumlara resmi imzaların mürekkebi damlar ya da mal paylaşımının derin buzulları! Yıllar böyle sürer ve en güzel yıllar sevgiden ve en önemlisi kendinden çok uzak bir yerde geçer.


Bu yüzden anlama ve anlamlandırma gayretinde samimane yazılan günlükler bana daha yapıcı gelir. Hatta bir çok danışanımdan bana günlük mesaj göndermelerini isteme sebebim de budur. Olay anında, en doğal haliyle, söylemek istediği gibi, kendi gibi…hatasıyla, ukalalığıyla, dobralığıyla, kıskançlığı ve öfkesiyle..Çünkü kendini kabul, ruhsal iyileşmenin en önemli ve gerekli adımıdır.


Düşeyazmak.. Lise edebiyatında aklımda kalan önemli bir birleşik fiil! Sendelemek anlamında kullanılır ya da pek kullanılmaz aslında. Edebiyat öğretmenimin “sınavda çıkar yoksa gündelik hayatta kullanmazsınız” deyişiyle en çok kullanmayı seçtiğim kelimedir. Ona inat olsun diye değil gerçekten çok sevdiğim ve neden kullanmakta bu kadar ısrarsızızı anlamadığım için! Düş’e yazmaktır hem benim için…yaşadıklarımın öncesindedir, önceki düşlerim şimdiki yaşadıklarımdır yani! Yaşarım, bu kez yeniden düş’eyazarım. Sendeleyerek belki ya da zıplayarak kimbilir? Veya düşteki birine yazmak; işte bu en sevdiğim..


Yaşadıklarınızı düşeyazın yani hayatı anlama ve anlamlandırma çalışması diyebileceğimiz terapiyi, önce kendi içinizde başlatın. Sayfalar dolusu günlükleriniz, anı defterleriniz olsun.  Yazarken yeniden yaşayın, yaşadıkça anlayın, anlamlandırmayı seçin, kendinizden bir anlam ekleyin. Bildiklerinize, gördüklerinize gönlünüz damlasın, düşleriniz satırlarınızda dinlenip soluklansın. Sevdiklerinize yazın, defalarca okuyun sonra…Onun da defalarca okuyacağını bilerek mutlu olun. Sözleriniz uçacak, yazdıklarınız kalacak. Aylar sonra okuduklarınıza gülecek belki yeniden ağlayacak ama yaşamışım diyeceksiniz. Ve emin olun yaşamak, sadece yaşamak, işin gücün buymuşçasına yaşamak güzel şey! Şu fani dünyada ölümün bile hakkını verircesine! Yaşamak...


"BAZI KALPLERİN KADERİDİR AŞK"

  “Şiir yazdırmıyor aşk,yaşanırken” diyordu okuduğum satır.   Katılmadığımı belirtmek isterim. Şiir gibi roman gibi sevebilmek hissinden ...