Özel bir andı, hani o tam huzur'da olduğun anlar vardır ya işte öylesine bir şükür hali vardı adamın gözlerinde! İç geçirircesine baktılar sonra gülümsediler birbirlerine!
Ve adam dedi ki;
"- Daha önce tanımalıydım seni, belki bir kaç yıl öncesi!
- Bunu ben de isterdim” dedi kadın!
“Şimdi zamanı değil”...Bu sözü ne çok duymuşuzdur çocukken annemizden! Klasik bir baştan savma tekniğidir belki anneler dünyasında ama bana çocukken de şimdi de oldukça gereksiz bir cümle gibi gelmiştir. “Peki ne zaman, zamanı?” diye sorsan cevap gelmeyeceğini bildiğinden bir süre sonra sormaktan da vazgeçersin. Sonra kendi bildiğini okursun ama aktif ama pasif davranışlarla! Çünkü istiyorsan bir şeyi onun için zamanı kollarsın, şartları oluşturursun ve neyse istediğin mutlu sona ulaştırırsın kendini! Tam da o zaman başlar kendilik yolculuğumuz; karşı çıkmak veya oraya saplanıp kalmaktaki seçimimiz!
Aslında masum çocuksu inadımız ve vazgeçmeden sonunu düşleyip hayal etmek ısrarımız adeta büyüdükçe elimizden alınmaya çalışılıyor. Ya büyüklerin yaşanmış hayal kırıklıkları buna engel ya kendilerince geliştirmiş oldukları gereksiz yargıları bize karşı vericiliklerini yitirmelerini sağlamış. Buraya kadar yetiştirilirken dayatılan mecbur kabul alanı lakin buradan sonrası bize kalan kısmı! “Şimdi zamanı değil” deme sırası bize geçmişken “işte tam zamanı” kısmına uzanan yolculuğumuz nasıl olacak?
Hepimizin bildiği gibi ömür kısa, yolun sonu da belli değilken karşılaştığımız kişi, olay veya durumlara hep bir çerçeve içinde bakmayı mı tercih edeceğiz yoksa çerçevelerden sıyrılıp içindeki resmin uçsuz bucaksızlığıyla mı ilgileneceğiz? Belki çerçevedeki resmin arkasında zamana düşülmüş bir kaç not var okumamız gereken ya da resmin kenarına köşesine kondurulmuş gizliden bir öpücük izi! Eh şimdi göremeyecek miyiz yani duvardaki çerçeveye sığdırılmış o bütün resmi?
“Zamanı değil” diye düşündüklerimiz,”keşke biraz daha erken tanısaydım” ya da “şu durumlarım olmasaydı daha güzel ilgilenirdim bu olayla” dediklerimiz, “yok yapamam mümkün değil” diyerek kaldırım taşı gibi zihnimize örülmüş kalıplarımız,”prensiplerim var” deyip kendimizi biraz esnemekten yoksun bırakışlarımız kısacası o zihnimizce çizdiğimiz ve içinde sadece bildiğimiz ve güvenli olduğunu düşündüğümüz durumlarımızın sürekliliği bizi kendimize yabancılaştırmaya başlıyor hatta daha da ileri gidip “ben buyum değişemem”e sürüklüyor ve içimizin yürek dolusu fısıltılarını bile duyamaz hale geliyoruz katılıklarımızdan! Samimiyetten ve doğallığımızdan çok uzakta bir yerlerde!
Ben genellikle zaman yerine vakit kavramını kullanmayı seçiyorum. Zamanda takvim var, saat var kısacası bir çerçevenin içinde dönüp durma hali var. Ama vakit öyle mi ya? Gönlümden kutlama vakti geldi dersin; doğumgününü,özel bir günü, bir bayramı beklemek zorunda kalmazsın mesela! Günün içinde planlanmış programının saatlerine sığdıramazsın arayacağın kişiyi ama gönlüne sığdırmışsan dakikaları yelkovanın ucuna dolayıp, içten bir nefesini duyabilmek için gözlerini kapatarak telefona uzanır elin! Şartların müsait değildir ama gönlün istemiştir; uygun hale getirmenin binbir yolunu bulursun içine bir kez ateş düştükten sonra! Yıllar önce o yanında olsaydı her şey güzel olurdu gibi geliyordur sana ama belki de bu kadar kadrini kıymetini bilmeden geçireceğin günü daha kısa yoldan atlatmış, şimdi tam kıvamına gelmişsindir kimbilir? Zamanın telafisi olmaz elbet ama vakit her daim sana yeni haller bahşeder.
Bazen karşılaştığımız insanlar büyüleyici bir zaman diliminden hayatımıza girmiş gibidir. Akvaryumda iki balık olsak karşılaşmamız normalken, koskoca okyanusta burun buruna gelmişsek bu muhteşem tanışmanın serüvenini yaşamayı seçmek çok kıymetli değil midir?
Yaşadığımız durumlar neyin öncesi ve neyin sonrasıydı? Hayat bizi neyle yüzleştiriyor? Neyi kucaklamamızı diliyor? Nelere olan direncimizi kırıyor? Nelerden vazgeçmemizi istiyor? Deyim yerindeyse; yemediğimiz büyük lokmaların yerini alan kendimizden büyük sözlerimiz nerelerde ayağımıza dolanıyor? Hepsi “herkesin bir hikayesi var” kavramına saygı duymamızı ve empati kurmamızı sağlıyor olabilir mi? Kendiliğimizin çok önemli olduğu bir yandan da hayatın tek merkezinin kendimiz olmadığını ve yaşamdaki her döngünün içinde irili ufaklı rollerin bizlere ne kadar da çok etki ettiğini daha yakından deneyimlememizi sağlıyor. Bazen severek bazen söverek ama her defasında içimize işleyerek..
Ve biz neyi seçiyoruz? Her ne pahasına olursa olsun kendiliğimizi yaşamayı mi bize dayatılan, farkında bile olmayıp kendimiz sandığımız kişiyi mi yaşatmaya çalışıyoruz? Oksijenimiz her şeyi dönüştürebilen sevgi mi yoksa yaşam destek ünitesi gibi gördüğümüz kopamadığımız alışkanlıklarımız ve çevremiz mi?
Gelelim hikayenin sonuna! Hikayeyi başlatan Adem ve Havva birlikte olamadıkları yılları düşünmekten vazgeçip; onları bekleyen geleceğin geçmişinde olmaları nedeniyle şimdi ve burada yaşananların kıymetini incir yaprağına nakşetmeyi tercih ettiler. Çünkü sevmenin zamanı yoktu, vakti vardı, ansızın gelir ve aşk ile yaşanırdı. Çok önceden yaratılmışlardı ve yeniden yaratılabilmeyi başarmışlardı. “İyiki” lerin ve en anlamlı "rastlaşmalar"ın hakkını verircesine! Birliktelik şarkısının “rast”makamına bir müddet “buselik” makamı eklercesine!