12 Kasım 2020

"BEL KEMİĞİNDE TATLI BİR ÜŞÜME" *

                 Yalnızca hayatı tam anlamıyla benimseyenlerin mağlup olmadığı gerçeğini Tanpınar’ı yıllar önce okurken keşfetmiştim. Hayattı bu! İnişiyle çıkışıyla, düşüp yükselişiyle, ansızın nereden ne çıkacağını bilmediğin sürprizleriyle ve kapattığın kapıların ardına saklanmışların yıllar sonra getirdiği mazi dolu selamıyla her an karşılaşabileceğin şanslı kutu kıvamındaydı işte! Hayatın akışının akrep ve yelkovanlarla dans edişini sevenlerin bu pergel'imsi hareket tutkusu, herhangi bir mağlubiyet durağında bekleyemeyecek kadar hızlı ve büyülüydü elbette!

“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır” diyor üstad ve ekliyor hemen “ayar; saniyenin peşinden koşmaktır.” Hatta öyle bir ince hesap yapıyor ki satırlarının devamında, saniyeler ilerlerken zaman kaybı diye göz açıp kapatmaktan bile vazgeçiyor insan!

Saniyelerin peşinden koşarak yaşamak! Sadece yaşamak ve “SADE”ce yaşamak! İşin gücün yaşamak olacak diyen samimi şairlerimizin bizlere usulca fısıldadığı bir ders gibi! Yaptığın her eylemin farkına varmak, o anın havasını, kokusunu, tadını yudumlamak ve oluşan duyguyu içine çekercesine hissetmek ve bunu ifade edebilmek… Aslında bu denli kolay ve basit bir gizdir; yaşamak!

“Nasıl düşündüğümüz, nasıl hissettiğimizi belirler” ilkesince düşüncesini seçebilen ve hissine karar verebilen insanlar yaşar ve hayatla dans edebilir. Çünkü bilir ki hayat çok kısadır, kuşlar uçuyordur ve önemli olan uçuşu hatırlamaktır. Ne güneş her sabah doğmaktan ne de gece parlamaktan yoruluyordur yıldızlar! Kısacası yaşananların ne olduğu değil nasıl yaşandığıdır hatıralarda kalan!  Ve hisler öyle bir yerde kayıtlıdır ki yaşanan yerlerin rüzgârını da kokusunu da seslerini de anında getiriverir gözümüzün önüne…

“Bel kemiğinde tatlı bir üşüme” diyor Tanpınar! Kim bu hisle yaşamak istemez ki diye de ekliyor. Tam bir mutluluk ve ağır hüzünlerle dolu anlar ifade edilmeye çalışılırken; sözcükler, sözlüklerde körebe veya saklambaç oynayım diye sağa sola kaçışsalar da sanırım ancak böylesi bir cümle yakışır sadece mutluluk kokan hikâyelere! Omuz uçlarında uçuşan kelebekler diyorum ben böylesi anlara.. Her kanat çırpışında tüm renklerin, ahenkli desenlerin, ince ve zarif ayrıntıların ve yumuşacık ipeksiliğin farkında!

Hani eskiler ağzımın tadı yok derler ya…Yok yok korkmayın şimdilerde ki gibi virüsten dolayı değil o tatsızlık hali! Durgunluk zamanlarında “hiçbir şeyin farkına varamıyorum”u anlatırlar. Yediğim içtiğim zehir oldu hatta burnumdan geldi gibi tanımlamalarla da iyice belirginleştirilmeye çalışılır hüznün koyusu!  Kör kuyular vardır onları arayıp bulduğumuz ve karanlıkta göz yummadılarsa eğer bir çift göz beyazlarında umutlar aradığımız! 

Aslında aynada gördüğümüz, güzellik listelerimize eklediğimiz yeşil, kahve, mavi renkte gözler değil umutla bakan, ışıl ışıl gözlerdir en güzelleri! Ne işe yarar ki o yemyeşil gözlerin içinde sen dans edemiyorsan? Onun avuçlarının içinde, kendi yanağına yuva kurarken gülmüyorsa huzurla gözlerinin içi? Yeni hayaller kurabilmek için kendine inancın kalmamışsa hangi renkte olduğu ya da hangi tabloya konu olduğunun ne önemi var ki gözlerinin!  Bir çift gözün sana aynada bakışı nasıl, yalnız geçen günün sonunda? Gülüyor mu? Acıyor mu? Korkuyor mu? Çok mu hüzünlü? Cesur ol ve yüzleş kendinle! 

Ne yaşıyorsan önce kabulde kal ve dürüst davran kendine! "İtiraf edilmemiş hiçbir his asla ölmez" diyen Freud'a kulak ver. Sen kabul etmedikçe, bastırdığın her his eninde sonunda ayağına gelip dolaşacak, seni durdurup düşürecek hayat yolunda! Tadı damağında olanlar, hevesi kursağında kalanlar, ertelenen planlar bambaşka hallere bürünüp ruhunun boğumuna takılacaklar. Sen sevdiklerini abartıp kabartmadıkça, onlar seni şaşaalandırmadıkça başka kim yapacak bunları sana?  Bol bol iltifat et sevdiklerine, cömertliğin adresi sımsıcak sözlerinin sokağı olsun! Ve kendimizi başkalarının bizi gördüğü gibi görebilmek. Öğrenmenin yolu işte bu! Sor bakalım kendine,kim şimdi bu adam?” diye bizi silkeleyip kendimize getiren bu satırları hatırla. İşte o zaman hayat; her gün öğrendiğimiz bir “yaşamak” olsun bizler için!

Sevdiklerine bakarken ve aşkı iliklerine kadar solurken ne de güzel tanımlar şu satırlar yaşamın her yaşa inat çocuksuluğunu…“Yine çok güzel ve şirin…Yüzü çocukluğumun şekerci dükkânlarına, şimdiki çiçekçi vitrinlerine benziyor, ışık ve renk içinde!” dediklerimiz hayatımızda daim olsun.

        Sizi görünce gözlerinden rengârenk bonibonlar fırlatan, bir ısırsan biskrem gibi içinden çikolata gibi özlem akan, parmak uçlarından aşk şerbetleri damlayan hikâyeleriniz ve yürekli kahramanlarınız olsun. 

* Saatlerimi ayarlayan enstitü'ye en derin hürmetlerimle..

07 Kasım 2020

YAŞAMAYA DEĞER

 


        “Anlatamam size içimdeki öfkeyi.. Bazen yaşadığım atakların şiddetini düşününce annemi gidip boğasım var, neden yaptın bana bunları, bak senin yüzünden ne haldeyim demek istiyorum!”


          Takıntılarımız, korkularımız, kaygılarımız, karın ağrılarımız ve mide bulantılarımız.. Anne karnında ilk kabul ediliş zamanımıza kadar uzanan anlamlı bir maziye yolculuk aslında…


        “İstememiş babam beni, annem hep söylerdi bunu… seni ben istediğim için doğurdum, o hastaneye bile gelmedi, sonradan sevdi seni işte…” diye devam eden hikayeler! Ah şu annelerin nedeni bilinmez kutsal bir mabet gibi bir tek ben sevilmeliyim diye düşündürten, kendini üstün kılmaya dair çabaları.. Eleştirsen “anneyim ben, çocuklarının annesi” diyerek söyleyeni çaresiz bıraktıran ve pes ettiren çığlıkları..


        Hikayelerin her biri özel, eşsiz ve değerlidir bizim için.. Hatta bazı hikayelerin içinde kendimizi bulup, dur biraz soluklanmak istiyorum demek istediğimiz anlar da olur. Özellikle çocukluk yıllarını kurcaladığımızda…Kendi adıma söyleyim, seansta bu mevzuyu bir iki yudum su içerek tamamlayıp dinlemeye devam ediyorum. 


            Gerek anne gerekse babaların kendi aralarındaki çocuk sevgisine ilişkin rekabeti her zaman iç açıcı sonuçlar doğurmaz. Bu yüzden önemlidir işte; kendi kararlarını verebilen, ailesinden istenilen düzeyde ayrışmayı başarabilen, kendini ifade edebilen ve herseyden önce bağımsızca düşünebilen kısacası kendi olabilmeyi başarabilen bir birey olmak! Kendini bütünüyle kabul eden bir birey olmadan ne kaliteli bir birliktelik ne de seçkin bir ebeveynlik ne yazık ki mümkün değildir. Elbette gelişigüzel bir şekilde evlenilir, şans eseri ebeveyn de olunur. Ama sergilediğimiz her bir davranışın, ağzımızdan çıkan her bir sözün; yaşanacak bir hayatın hatta o yaşayanın nüfuz edeceği hayatları nasıl etkilediğini bilsek kılı kırk yarmak deyişinin sanırım gözünü çıkarırdık.


          “Kustuğumu yedirirdi annem bana”  derken ağlayan gözler, “tuvalete yapmadım çişimi diye popomu çakmakla yakmıştı” diye sızlanan cümleler! Dışarıdan bakana bu cümleler psikopat bir kadın hallerini çağrıştırsa da eski hikayelerine şöyle bir bakış atan çoğu insanın bu ve buna benzer yaşanmışlıkları mutlaka vardır. Şimdilerde bu tür hikaye kotamızı dolduran sabah kuşağı tv programları olduğu için kendi hikayelerimizin iç sesine  yeterince vakit ayırmıyoruz ve ne yazık ki bir nesil de bunları izleyen, dinleyen ve kendince yorumlayan evlerde büyümeye devam ediyor. Kısacası önümüz arkamız ruhu darlayan ama aynı zamanda geleceği inşa eden olumsuz birtakım cümlelerle dolup taşıyor.


            Başarır ve kazanırsak seviliriz, anne ve babamız bizimle gurur duymalıdır çünkü! Önemli bir yere gelince ana-babamız bizi anlatır ona buna, bu yüzden yükselmeliyiz kariyer basamaklarında! Duymak da hoşumuza gider doğrusu…Aşık olduğumuz kadın, annemizin elaleme söyleyip kınadığı cinsten olamaz mesela, aileye kabul ettirilir kriterlerde olmalıdır, bizim sevmemiz çok önemli bir tercih olmaz. Yeter ki bir çocuğum olsun, çok da önemli değildir onu yetiştirecek olanın anne ya da baba olma yeterliliği, bir şekilde büyür nasıl olsa! Yani hiç yoksa anamız babamız bakar ona! Evlattır sonuçta, dursun şuracıkta, yaşlanınca bize bakacak olan bir sigorta! Ve bir şekilde evlenmeliyiz, yalnız yaşlanacak değiliz ya!


          Koşulsuzca sevmek…Ebeveynlerden en çok istediğimizdir. Ama bu kısacık hayatta kaçımızın başına gelebilir ki ailemiz tarafından koşulsuzca sevilmek! Yaptığı herşeyi kıymetli bilmek, zihnimizdeki çerçevelerinin dışına o bireyin eşsizliğini, farklılığını taşırmak, -meli,-malı’lardan , -se,-sa’lardan uzaklaşabilmek kaçımız için mümkündür? 


              Beklediğimiz gibi sevebildik mi şimdiye dek? Ya da bir şey beklemek mi gerekir? Öyle listeler var ki sevgiliye dair, sevgili görse korkar kaçar, bir daha aşka tövbe eder. Zaten kolayı ve bilineni yaşamak da ne var? Çok da kafa yormamak gerek…Kuralları kaideleri bellidir ilişkilerin, eskilerin deyimiyle icat çıkarmamak gerekir.  Hangi olaylarda kavga çıkarılır? Hangi olaylarda özür dilenir? Bunlar bellidir. Gönül; lüks bir restoranda yemek ve gül dolu buketlerle alınır. Ailecek Pazar günü nerede yemek yersek, evde dırdır kesilir, huzurlu bir haftaya başlanır? Hangi baştan çıkaran gecelikle yatağa girilmesi gerekir? Bunlar bile daha önceden belirlenmiştir. Bilmiyorsan bile etrafa sorarsan hemen söylenir zaten! Bu yüzden muhatabı çok tanımaya gerek yoktur, kuralları bil yeter, tekrara dayalıdır zaten ilişkiler, hatta ezberlenirse daha iyi olur, bir sonrakinde bir önceki yapılan hataları yapmazsın, eh ne de olsa kusursuzluk önemlidir. Mükemmel erkek ve muhteşem kadın olmanın sırları burada yatar. 

    

          Kesin böyle düşünür aramayım, şöyle görünürsem ipleri ona vermiş olurum, ben yazmayım o söylesin, teklif ondan gelsin, çocuğa böyle söylemek gerekir, bunu hissettirmemek önemlidir vs vs vs. diye geçer günler..İpotekli yaşamlar, bilindik kurallar ve işte bir takım koşullara sığdırılan yaşamlar.. Haksız da değiliz hani? Bilmediğimiz bir alan korkutur bizi, ne yapacağımızın sınırları çizilirse konfor alanımızdan ödün vermeyiz, böylece sıradan bir hayatı biz de diğerleri gibi yaşar gideriz. Sıralı ölüm listesindeysek elbet…


            Hayatın kısalığında bütün bir birey olmak biraz cesaret gerektirir, korkularına rağmen yaşamayı göze almanı ister, ezberleri bozmanı, içinden gelene kulak kabartmanı bekler. “Zamanı değil”ler yerine “vakti gelmiş demek ki”leri vardır. Ve ne de güzel söyler Aruoba.. “İlişkide bir kişinin ötekinden neler istemeye hakkı olduğuna, ilişkinin kendisi karar verir.” Başkaları değil, bilindik kurallar ve ezberlenmiş kaideler değil; ilişkinin ta kendisi! Sen ya da ben değil, biz olabilenlerin samimiyet kokulu ilişkisi!


            Zorluğuna rağmen yaşamaya değer görülen hikayeler, evlat dahil tanımaya değer görülen insanlar, tüm varlığıyla sevmeye değer görülen sıcacık yüreklerle kesişsin yollarımız… 


            Ve sevdiğim son bir cümle ile üç noktamı yerleştireyim satırlarımın sonuna…


“Eğer bir gün aşık olursan, kendini aşık olmaya neden korktuğun konusunda sorgulatacak birine aşık ol.”



03 Kasım 2020

GENÇLİK İKSİRİ

 

Nasıl da zevklidir ilişkilerin başında birbirini tanımak! Hakkında her şeyi duymak istiyorum diyen Nil şarkısı gibi olur birdenbire hayat! Sonra ortaokulda kullanmaya başladığın ilk anket defterine döner gönlünün soru listesi! Sevdiği yemekleri, filmleri, dinlediği şarkıları vs sorar, öğrendiklerini bir de onun gibi dinleyip izler, bir şekilde onu öğrenmek onu yaşamak haline bürünüverir insan! Yaştan bağımsızdır aslında bu olay! Genç âşıklar kendilerinde ki bu halin damarlarındaki taze kanın deli olmasına bağlasalar da, orta yaşlarda ve bir de aşkı yaşlılık döneminde bulmuş olanlarda da durum değişmez. Bu yüzden bir gençlik iksiridir aşk! İçeni gençleştirir, yaşayanı daha bir fazla güzelleştirir vesselam…

Aşk insanı kendiyle yüzleştirir, inceltir, empatik ve duyarlı hale getirir sırrı da burada başlar işte! Saydamlaşırsın, şeffaf ve yumuşacık olursun. Bir yandan tüm dünyaya meydan okuyacak kadar güçlüsündür bir yandan sevdiğin kaşını kaldırsa süt dökmüş kedinin can çekişme güçsüzlüğündesindir; işte bu yüzdendir dengesizlik halleri aşkın… Bir öylesindir bir böyle! Öte yandan kibrin, ukalalıkların, sert duruşlarının da yer yer sarmaşıklandığı karakterinin köklerini yerinden de söküverir. Korunmasızsındır artık!  Kalkanlarını yere indirirken, lazım olursa sonra kullanırım diye sakladığın yeri de unutuverecek kadar âşık!

Yüreğinin gökyüzündeki bulutlar pembedir ve çocuksu bir tebessüm saklar içinde! Dışarıdan bakanlar senin yerli yersiz gülüşlerinden, olanı biteni gereksiz iyileştirme hallerinden, sabahları mırıldanarak şarkı söylemenden, yağan yağmurda coşmandan durumu hemen anlarlar. Hımmm bir de sorsalar “yoooo bir şey yok ” denir, onu da atlamayalım. Gözlerinin ışığı çoktan yıldızlara renk katmaya başlasa da bu olay, iki âşıktan başkasının bilmediği bir sır olduğu için başkalarınca çok fark edilmez. Sonrasında ay da sensindir güneş de yıldız da hatta tüm gökyüzü sana aitmiş gibidir. Şiirlerin konusu bir tek sensindir ve şarkıların her nağmesi sana uymuştur çoktan!

İnceltir işte yüreğini aşk! Öncesinde biriktirilen nefret, öfke ve küskünlüklerden oluşan nasırlarını yumuşatır, iyice derinine nüfuz eder ve yerinden söküp atar. Yudumladıkça sevgilinin gözlerini, yeniden taptaze bir kan pompalanır tüm bedene! Bundan dolayı aşk şarabı adıyla içilir. Daha çok tanımak istersin muhatabını ama bir yandan da hiç tanımamak! Sanki her gün yeniden tanışmak, ilk kez karşılaşır gibi heyecanlanmak ama ervah--ı ezelden beridir de tanışık olmak! Çok seversen bitecek gibi, hiç sevmezsen varlığının kıymetini bilememek gibi de endişelendirir insanı! Dünyalara sığamazsın ama bir garip kulun yumruğu boyutundaki yüreğin içine dünyaları sığdırırsın!

Neden mi yazdım? Genç kalmanın tek sırrı da hayatın kıymetini bilmek de saatlerin saniyelerin hakkını vermek de hepsi aşkla mümkün! Yani inancım bu yönde! Lakin bana yazdıran, sağım solum önüm arkam ölümle, virüsle, depremle doluyken yine aşkla okuduğum bir zamanda rastlaştığım satırlardır efendim…

“Şu birkaç saatin tadını çıkarın, hiçbirimize tek bir nefeslik bir yaşam dahi ikinci bir kez verilmeyecek ve böyle bir anda aşkı bulan onun keyfini çıkarmalıdır.” ( Lyon’da Düğün; S. Zweig)

"BAZI KALPLERİN KADERİDİR AŞK"

  “Şiir yazdırmıyor aşk,yaşanırken” diyordu okuduğum satır.   Katılmadığımı belirtmek isterim. Şiir gibi roman gibi sevebilmek hissinden ...