16 Temmuz 2020

SONSUZLUK ÜLKESİNİN DİLİ

       Wittgenstein..Bir çok sözünün hayat felsefeme ilham olduğu yürekli bir beyin! ”Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.”derken kelimeler ve dil üzerine düşündüğüm bugünlerde, sürekli dilimde bir nakarat gibi bu sözleri! Dilini kontrol edenin zihnini de kontrol edeceği düşüncesinin altını çizen George Orwell romanında olduğu gibi kesinlikle zeka ile ciddi anlamda ilintili bir süreçtir bu durum! Dil; zihnin analiz halidir bu yönüyle! Ve iyi bir dil kullanımı, kelimelere, cümlelere hayat verir, üslubu şekillendirir, tatlısı yılanı dize getirir, acısı kişiyi ardına bakmadan terkettirir. Ruhumuzu, yaşadıklarımızı, göze alışlarımızı, vazgeçişlerimizi düzenler. Gönül sözlüğünde yer almak için gün içinde can attığımız ve gecesine kapattığımız gözlerimizin, gerçekliğimizin asıl ışığına fısıldadığı sözlerle erişebildiğimiz o muazzam dilin sıralandığı kelimelerin gücü!

     “Kelime yaralanmak anlamına gelen kelem sözcüğünden türer. İnsan yazdıkça,  hikayeler anlattıkça yaralarını gösterir diğerine.." derler. Aslında anlatanın kendiyle dertleşmesidir yazdıkları ve anlatan, harflerin her birine bir duygu yükler, noktalama işaretleriyle gönül ritmini gözden geçirir. Üst üste iki noktayla düşüncelerinin arasında koşar,zıplar. Virgülle durur soluklanır, bir yudum sevgi içip yola devam eder. Ünlemle incittim mi diye korkar, yanlış anlaşıldım sanırım eyvah der, kaygılarını, şaşkınlıklarını soru işaretinin çengeline takar ve merakla bekler. Kararsız kalır bazen bir nokta koyar. Cümleleri bitti sanır, zamana bırakır. Sonra içinde söyleyecekleri şekillenir, çünkü şarkıları birikir, şiirleri taşar gönlünden ve yeniden isterse eğer noktadan sonra büyük harfle başlayacağından emin bir şekilde yazmaya başlar. Aşka gelir, artık her cümlesinin sonuna nokta koymaktansa, üç noktanın sonsuzluğuna uzanmak ister. Mevlana bu işin sırrını şiirinde nasıl da güzel ruhlandırır:
    “Üç nokta aşktır…
     Her nokta gizli bir Ahtır!…
     Seviyorum deyip haykıramamaktır…
     Boğazda düğümlenen iki çift sözdür…
     Dilin lal, gönlün melal olduğu andır…
     Gözlerden süzülmeyen iki damla gözyaşıdır…
     Hissedilen fakat bir türlü yazılamayandır…
     Kelimelerin kifayetsiz kaldığı andır…
     Üç nokta; bitmeyendir bitemeyendir…”

     Dili kullanırken doğru anlaşılabilmek çabasıdır noktalama işaretleri ve sözlükler! İsimlerin anlamını bulabilmek derdidir. İsim koyabilmek, Adem’in öğretisidir. Ona öğretilen ve bizim de onun vasıtasıyla öğrendiğimiz! Bu yüzden yeni kelimeler yaratamıyoruz ve başkalarının kelimeleri arasında yaşadıklarımızı şekillendirip sığdırmaya çalışıyoruz. Başka türlü kendimizi ve halimizi anlatamayacağımızdan o kadar eminiz yani! Gönül sözlüğüne geçiş yapmamışsak eğer..

   Terapilerdeki etkililik de dilimizin dokusundan nasibini alır. Bu yüzden kültürümüze ve dilimize yabancı olan bir terapistin ruhumuzun derinliklerini anlaması oldukça zor görünür. Mizahımızı, atasözlerimizi, dilimize ve kültürümüze has özelliklerimizi ne kadar yakından bilir ve anlarsa o kadar kendimizi rahat hissedip terapistimize açarız bu yönüyle!

   Dilin sınırlarını aşanlar var mı? Elbette ve sanırım ben bu sınırsız ülkeyi daha çok seviyorum. Tolkien kitapları okumaya başladığımda O'nun yarattığı dünyanın içinde gezmeyi de çok sevmiştim. O'nun haritası başkaydı, coğrafyası başka hatta Ortadünya'sına özgü üç farklı dil oluşturmuştu.  Elflerin dili, yazılan şiirler, yazıtlar ve o tılsımlı yüzüğün içine işlenen satırların Mordor dili denilen kara lisanda olması hali! Yazar, kendi oluşturduğu dünyasına davet ederken bir yandan o dünyanın içinde yaşamanın sırlarını da sunuyor okuyucuya! Ve hayallerimize ilham olan sıradışı yazarlar adeta bize şöyle söylüyor;

     Öyle kolay değil benim ülkemde olmak! Merak etmen gerek, öğrenmen gerek, keşfetmen gerek..Bazen susman ve sırların kulağına fısıldayışlarını duyman gerek. Görünenin ardındakini görmen gerek ve bazen görebilmek için gözlerini kaybetmen gerek. Bildiklerini unutman, yeniden yorumlaman ve ezbereliklerden çıkarman gerek, yoksa bu ülkeyi kavrayamamış olursun. Bu yönüyle dilin sınırsız kullanımlarını keşfettiğimiz her kitap, yeni bir hayattır ve yaşamaya değerdir. Hayal kurmanın neşesini taşır, göğe yükseldiğini düşünmenin hafifliğini!  “Sen duydun mu sustuklarımı ?”diyen Oğuz Atay’a selam verirsin geçerken! “Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim, bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim, bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim ama senden başka kimse duymayacak kimse anlamayacak.” diyen Şems’in dansını izlersin. Orada Turgut Uyar’ın mekansızlık dolu göğe bakma durakları vardır. Aklına gelir de saatine bakarsan eğer akrep ve yelkovanın olmadığını görürsün. Zaman yoktur, vakit vardır o “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde! “Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz.” diyebilen Tanpınar’ın omzuna dokunarak bakarsın gökyüzüne! Hasan Ali Topbaş’ın satırlarındaki gibi;”kuşların bile bir izi vardı gökyüzünde, sözcüklerin dişte, bakışların yüzde” ama sen bu izleri dünya gözüyle göremezsin o ülkede! Gözlerine bakarken gönlüne sızanın sonsuzluğudur artık saniyeler! Kalp organ olduğunu unutur, kan akışı görev değiştirir, dil akışı kalbe yürek olma lütfunu ikram eder. 

   Dil önemlidir; kullanabilmek zeka ve estetik gerektirir. Gönül dili ise dili hayaliyle kavrayanların aşk dolu işidir. Burada hayal yerine tahayyülü kullanmak daha da bir içimden gelir. Zira hayal, tahayyülün sadece bir objesidir. Gönül diline sahip olanlar; susarak da anlaşırlar, gözleri olmadan bakışırlar, yürekleri sarılmıştır artık kollara ihtiyaç duymazlar. Dil zihnin, gönül dili ise ruhun analiz halidir. Esirgenmeden kullanılması tavsiye edilir.

       Diliniz cömert, gönlünüz zengin olsun efendim…


14 Temmuz 2020

MUTLAK DEĞER PARANTEZİ

          İlk görüşte aşk” olarak nitelendirebileceğim okumayı öğrendiğim an başlayan okuma aşkım, çocukken gittiğimiz misafirliklerde varsa bir kütüphane ya da bir iki kitabın kenara köşeye sıkıştırıldığı mutfak veya tv raflarına elimi uzatmakla devam ederdi. Ailemin tüm misafirlik seansı boyunca, tenhalarda kitap bitirmenin güzelliğini yaşar, eve gidene kadar arabada hayaller kurarak okuduklarımı besler, sonra da uyuyakalırdım. Tabii ki babamın beni kucağında taşıması için arabada uyumak her zaman keyifliydi.

             Kuzenimin odası ve kitaplığı bu okuma hırsızlığını yaptığım en güzel yerdi. Jules Verne kitaplarını çok sevdiğinden mi yoksa amcamın ona aldığı kitaplar listesinde olduğundan mı bunu bilmemekle birlikte kitapların resimleri ve kokuları halen ruhumun parçalarındadır. Onun ranzasının alt katına sıkışarak okuduğum balonla beş haftanın içinde, seksen günde devri alemin heyecanında , dünyanın merkezine ve aya yolculuk hallerinde, denizler altında yaptığım gezintilerde hayallerimin renklendiğine inanmışımdır. Bu yüzden bu geçmiş hayaller sandığımı “kuzenimin odası” olarak nitelemek hoşuma gider. Her bitirdiğim kitabın sonunda mutlaka o kitaba ilişkin fikrimi sorar, kendisinin farklı bir hayalini anlatır, kitap üzerine konuşmayı eşsiz bir değer vermek olarak yaşatırdı bana…Şimdilerde bir mühendis olup tasarladığı tüm binaların, o zaman ki çocukluk hayallerinden nasibini aldığını düşünüyorum. Aynı kitap, farklı düşünceler ve birbirine benzemeyen yaşamlar..
          Kuzenimle hayat kazancımız ne mi oldu? Hayal kurmak, işine sanat katmak ve mesleğin ne olursa olsun estetik dokunuşları yakalamak! Çocukluğumu ve hayallerimi zenginleştiren her vesileye minnettarım. Yoluma apaçık olanlarla değil görünmeyenlerle, konuşulanlarla değil suskunluklarla devam etmek hayat masalımın güzelliğini ve büyüsünü artırıyor sanki! Bir kez bakmak ve içinin içini merak etmek ve görmek..

            Düşler ülkesinin delisi ile yaptığım sohbetlerden birinde, şöyle bir satır vardı. ”İnsan zaten apaçık olan bir şeyi güzel veye çirkin bulabilir. İyi veya kötü de gördüğümüze verdiğimiz anlamlardır. Ve bu kolaydır. Önemli olan görünenin arkasındaki şeyi yani gizleneni merak etmekte. .Merak benim için herseyin anahtarı gibidir ve bir şeye ulaşmak için önemli bir yer tutar.” Bu satırları okuduğumda dedim ki içimden: “Öyleyse bu anahtarın elimde olması bir şans”…Hem yaşasın birlikteyiz sevinci hem de ya kaybedersem korkusuna bürünmüş, boyunda taşınan ilkokul silgisinin tatlı heyecanında anahtarım koynumda dolaşıyorum bu büyülü masalın satırlarında…

            Kızımın bu sabah bitirdiği Jules Verne kitabında hikaye şu sözlerle sona eriyor: “Yedi sekiz aylık gerilimli serüven, yerini huzurlu bir yaşama ve mutlak bir mutluluğa bırakmıştı.”  Ve ardından “mutlak derken ne demek istiyor?” sorusuna yaşı gereği birlikte cevap bulmaya çalıştık. Aklıma mutlak değer parantezi geldi. Hani en basit tanımıyla o parantezin  içinde hangi işlemi yaparsan yap, sonuç hep pozitif çıkar ya! Yani gününü, hayatını, zamanını ve sevdiklerini o parantezin içine tüm olmuşlukları veya olmamışlıklarıyla yerleştirsen de içinden bir güzellik ve mutluluk çıkarabilirsin demek gibi bir şeydi bu sanki, ben de öyle örnekledim. Yaşadıklarımız ne olursa olsun, işlem sonrası hatta işlem sürecinde negatiflikler bile olsa sonucu pozitif çıkarabilme gayreti içinde olabileceğini düşünüyor sanırım yazar dedim. Kızım bunu yazarın hayata matematik katması olarak yorumladı ama bu yazar hayata ve özellikle benim dünyama o kadar çok şey katmıştı ki.. 

            Bence her çocuğun hayallerinde bir Jules Verne köşesi olmalı. Kaşif değilsin, gezgin değilsin, bilim adamı değilsin ama öyle hayaller kuran ve detaylar veren bir yazarsın ki söylediklerin kehanet gibi yüzyılın buluşlarına damga vurabiliyor. Belki bulunduğun yerden hiç kımıldamıyorsun ama ülkeleri, şehirleri anlatabilecek zenginliktesin. Bu nasıl özel bir yetenek ve ne uzun ne geniş bir hayal halidir? Yazarın her kitabında sanki dünyaya oldukça yukarıdan, masmavi gökyüzünden bakıyorum, kendisi dünyanın üstüne bir ayağıyla basıyor, diğeriyle önümde eğilerek elime uzanıp, zarifçe avucumu öperek beni büyülü bir yere davet ediyor gibi hissettiriyor. Sanki o an ben yokum, onun gözleriyle görüyor, onun gibi dokunuyor, onun gibi kokluyor, onunla tadıyorum. Birden yok oluyor, ben tepetaklak boşluğa düşüyorum ve o boşlukta kendimce uçma hissi omuzlarıma yayılıyor, ruhumun rengarenk desenli kelebekleri tüm yeryüzünü kaplıyor ve toprağa basarken yeniden yanımda belirip beni tüm varlığıyla sarıyor.  O an o toprakta birlikte daha sağlam kökleniyorsun. Aşk hissi de böyle değil mi zaten? İkisi de aynı düşler ülkesinde geziniyor. Borges’in sözlerini içimde hissediyorum şu an: “Bence kitap okumak, aşık olmaktan veya seyahat etmekten aşağı kalan bir deneyim değildir.” Bu yüzden “Okumak iptiladır”diyor Cemil Meriç müptelalara selam verirken!

            Ayrıca biz yetişkinler bir kez daha çocuk kitaplarını elimize almalıyız diye düşünüyorum. Bu hususta ebeveynlik son derece mühim bir fırsat insanın hayatında…Uyumadan önce bilikte okunan kitapların yatak başı sıcaklığında yeniden çocuk olmak, yeniden hayal kurmak, yavrularımıza anlatırken sanki yeniden yaşamak hakkı bizlere hediye gibi sunulmakta! Ekranların karşısında olmak neden böyle bir şeye tercih edilebilir ki?

          Seksen Günde Devr-i Alem kitabını okurken çocukluğumun günlüğüne kaydettiğim satır şöyleymiş mesela: “Günün birinde güneşin benim saate göre doğmaya karar vereceğinden emindim zaten.” Bu yüzden takvimlerim, saatlerim ve mekanlarım hep görünenden farklıymış demek ki! Öğleden sonra bile sevdiklerime selam verirken günaydın dediğimde tuhaf bakarlar bana ve hep “eee gün halen aydınlık değil mi ?” diye açıklayıp devam ederim yoluma! Ve bir güvercin konarsa telefonuma “gün seninle aydın” derse  o zaman da güneşin doğuş saati değişir benim günümün içinde!   “İki kalbin anlaşması, ilkbaharı yüzyıl uzatır.” diye yazmıştı Verne diğer kitabında! Yani sevenlerin ilkbaharı aylara takılı kalmadığı gibi  bir de yüzyıllara uzanan sonsuzluktaydı o muazzam anlaşmanın verdiği  tamamlanmışlık hissi!  8. gün, 25. saat ve 13. notada yapılan her şeyin daha coşkulu olduğuna bu yüzden inanıyorum. Orada geçmiş ve gelecek yok, ezberler yok, klişeler, yargılar, etiketler de.. Yüreğimi zihinlerin dar çerçevesine sıkıştırmayı sevmiyorum, yüreğimin canı acıyor çünkü! Hızlıca kapatılmış bir çekmece veya rüzgarın sertliğinden çarpan kapının arasına serçe parmağın sıkışması gibi sızlatıcı!

         Matematiksel formüller, yargısal cümleler, değişmeyen kanunlar ve içine hapsedildiğimiz hükümlerin yer aldığı mantık ülkesinin soğukluğunun, içimizin ve özümüzün sevgi dolu yürek ısısıyla dengelenebileceğine her zaman inanıyorum. Yeter ki farkında olalım; yaşadıklarımızın, yaşayamadıklarımızın, seçtiklerimizin ve reddettiklerimizin.. Her şey mümkün ülkesinin büyülü dünyasında, nefes alıp vermenin tüm eşsizliği ve kıymetinde ve hayal kurabilmenin yaratımı gerçekleştirmenin ilk adımı olması inancıyla…Tamam yine de yok saymayacağım sol beyinlerin formül listelerini…Kendimizi mutlak değer parantezine aldığımız bir hayat yaşayabilmek bilinciyle diyerek güçlerimizi birleştirmiş olacağım. 
          
          Sevgi,muhabbet ve içtenlikle…

09 Temmuz 2020

İŞİM GÜCÜM YAŞAMAK

        Bir insanı tanımak isterseniz yediklerine, okuduklarına, raflarına dizdiklerine bakın derler! Ve insan nasıl yaşamaya ve neyi seçmeye başlarsa ona dönüşürmüş birkaç yıl sonra…Buna gerçekten tüm yüreğimle inanıyorum. Ya yaşadıklarımız bizi bir yere getirip sözler söyletiyor ya da okuduklarımız yaşantılarımıza yeni bir yön gösterip yol veriyor.

        İçimde yazma aşkı başladığı yıllardan beri biriktirdiklerim ve hatta içime göre yazdıklarımı okuyan arkadaşlarım bir kitabın olmalı dediklerinde fazla heyecanlanıp bir kitap çıkarsam mı dediğim heyecanlı özel bir sohbette, yazdıklarımı bir kez dahi okumayan bir adamdan “niye sen Tolstoy musun?”cevabını almıştım. Yazara işlemez bu sözcükler elbet yazmak onun en tutkulu dansıdır lakin muhatabın bir cellat olduğu gibi bir hissi de silemez beyninde! 

        Oğlumun “sen yazmaya başlayınca maşallah sayfaları Jane Austen romanlarına döndürüyorsun, şu bilgisayarında dosyaların fazla yüklü ama şifresi merak uyandırıcı” dediğinde “ne güzel yazıyorsun annem seninle gurur duyuyorum” diyen, ne yaparsam yapayım eşsiz kabulünü hissettiğim kızımın  yorumlarının iki uçurumu arasındaki konuşmalarının içinde kendime bir yer bulmak için geçmişteki bu Tolstoy muhabbetini anlatıverdim birdenbire.. ”Oooo adam sağlam eleştirmiş seni “ diyen oğluma karşılık, kızımın cüretkar Tolstoy yorumu ortalığı fena salladı: ”Bırakın ya ben o adamın kitabını okudum, çok sıkıldım, sanki çok iyi bir yazar, bence anlatamıyor”dediğinde ikimiz birden uzun uzun bakıp “yaşına göre olmadığından böyle düşünüyor olabilir misin?”cevabını verdik. “Ben ilham verecek yazarlardan bahsediyorum, sadece iyi yazanlardan değil“ diyerek tüm ukalalığıyla sohbete nokta koymuştu kızım.. Ee haliyle biz de onun bu yersiz özgüveniyle güldük eğlendik.

         Ama içimde birşey uyandı o anda…Belki de gerçekten biz bazı yazarlara fazla anlam yüklüyoruz. Okunması gereken, bilinmesi gereken, sorulunca hemen söylenen kitap listelerimiz uzayıp gidiyor. Ya okurken  bize hissettiren, yüreğimizde sıcacık kaynayıp parmak ucumuza sızan kan ile altını çizdiğimiz satırlardan oluşan kitaplar? Raflarımızda gösterişten uzak köşelerde yer alanlardan bahsediyorum.. Adı sanı çok da bilinmeyen ama yüreği kanırtıp deşip çıkaranlardan…Ya da çok bilinen “aman o da çok romantik yazar” denilen duygularını bastırmaya alışmış bir kalabalığın zihin kokan sözlerle üstü örtülü tehditinden dolayı el uzatılmayanlardan…

        Kafka’yı severim ben..Göremediği sevgilisini görmeye çalıştığı an yazdıklarıyla bir mutlu dolap olmayı göze alan o adamı..O’nu okuduktan sonra eşyalara anlam yüklemeyi öğrenmiştim mesela… Cansız bir nesneye mutluluğu yakıştırarak hayat vermiştir. Seni seviyorum ve her an görmek istiyorum ancak bu kadar güzel resmedilir okuyucunun beyninde… Ama ne yalan söyleyim kendi yazdığım mektupları okuyunca da “Ah Milena! Seni tatlı kız…Seni okumak ne yazık ki Kafka’nın mektuplarına düştü. Seni ben yazsaydım, sen bile kendine inanamazdın” dediğim zamanlar da olmuştur. Çünkü bir insan, bir yazarın mektubuna ve günlüğüne konu olabilmişse bence çok şey olmuştur bu hayatta! Artık bir hikayesi vardır. Kendinin bile bilmediği derinliklerini, yazar neşteri sayılan kalemiyle ortaya çıkarır, içine kendi canından, kanından damlatır ve ruhlandırır. Bu yönüyle yazar yaratıcılığa sahip gibi görünür lakin onu kendinin yaratmadığını da iyi bilir. Çünkü Yaradan, hikayeye dönüştürülmesini istediği  karakterin yani yarattığı nadide kulunun gözle görülür hale gelebilmesi için ve yarattığı kulunun solan yaşamına yeniden can verebilmesi için yazarın önce yüreğini sonra kalemini evirip çevirir, eğip büker. Yazar da yazılanlar da sadece Yaradan’ın görünürlüğüne bir vesiledir. 

     Yazılarımı yazarken her zaman içimin saklı bir köşesinde bir Cemal Süreya bir de Murathan Mungan’ın gizlendiğini düşünürüm. Yine yeni yeniden okumak, onları soluklamak, satırlarıyla hemdem olmak ve bir aşkın nefes alışverişinde onları kendi içime katmak... Bence zaten herkesin bir şairi,bir yazarı, bir solisti, bir şarkısı, bir dans stili, ünlü bir tablosu,bir rengi,bir kokusu ve de kendini tanımladığı bir enstrümanı olmalı;şöyle bir çırpıda söyleyiverdiği! Bir insanı tanımak için ona hayallerini sorun denildiğinde verilen cevapların arasında  bunların hepsinden bir miktar olduğunu bilmeli…

          Bu hayatta yüreğinizin mazide kalan bir celladı olmuşsa ve siz yine de yaşama arzunuzu her gün daha çok güçlendirmişseniz yazdıklarınıza okuyarak yorum yapabilen ve “hayal perim” diyen bir ilham kaynağı da ikram edilebiliyor. En güzel yazma vesilem diye anıyorsunuz her satırda…Çünkü ben yanındaymışım gibi yaz diyor. O zaman bitmeyen şiirler, seriye dönüşmeyi bekleyen kalın romanlar, tamamlanmak bilmeyen  senfonileriniz oluyor. Hikayesi size benzeyen, yara kabukları sizinkini andıran ve nerede yaşadığını daha önce bilmediğiniz lakin birdenbire şah damarınıza yakın bir yere iliştirdiğiniz bir kaynak…”Günaydın” deyince güneşi içinize tablo gibi yerleştiren, “iyi geceler” dediğinde artık ondan daha iyi bir gece yaşamayacağınıza inandıran! Bakışlarının her halini yeni bir yıldıza yüklediğiniz! Ah yıldızlar diye göğe bakıp iç geçirdiğim bir gece karşılaştığım şu satırlar ise tesadüfün iğne deliği: “Her kula nasip olmaz gökyüzünden yüreğine bir yıldız düşürmek ve her yıldız da yol göstermez zaten! Yani illa bir yıldıza aşık olacaksa insan şimal yıldızı gibi olmalı sevdiği. Her zaman seninle olmalı. Sana ışımalı. Her zaman yol göstermeli. Binlerce yıldız içinde başka görünmeli!” Tam bunu okurken “Gözlerindeki ışık bana ilham oluyor” diye yazdığı satırın devamına eklediği gelişigüzel bir hoşçakal… Bu hoşçakal’ı öylesine söylediğini bildiğiniz halde  “gitmesin hiç” diye düşünerek yüreğinizi sızlatan ve sözlükten bu kelimenin silinmesini istediğiniz..Sonra anlıyorsunuz şair neden şair olmuş, yazarların da  aslında bir ütopyası yokmuş. Yaşamış, solumuş ve durmadan yazmış. Hatta Şükrü Erbaş altını çizdiğim satırlarında şöyle tarif eder bu durumu: “Şairin karın zarında bir bıçak ya da kafasında on beş numara çiviyle gezdiği dönemdir.” ve buna ek olarak gelebilen Necatigil satırları süslüyor sonunu: “Şiir, kapatmalarla dolu bir haremi ele güne açmak gibidir”

       Gizli saklı sevmenin güzel ama satırlara sığdırabilmenin de sadece yazara değil sevenlere ilham olabilmesi gerçeğini de düşünmek gerek. Sevmeyi bilmeyen kalabalıklara yol göstermek için. .Unuttuğumuz ve ertelediğimiz solmuş hayatlara yeniden dokunabilmek için…Nefes alıp vermenin aslında ne büyük bir özen olduğunu hep birlikte hatırlamak için... Özümüze giden yolda, içimizdeki aşkın mekandan, takvimden, saatten  bağımsız halleriyle esir olduğumuz bedenleri ruhun varlığını duyumsayarak özgürleştirmek için… Bazen bir kısacık an sevip adeta bir ömür boyu onu yazmak istiyorum demek için..Bu yönüyle hayranım Mungan satırlarına..Bir otel balkonunda kendisine bir bakışıyla hayran olduğu kadınla tesadüfen yediği bir akşam yemeğini ve masada konuşulanları öyle bir kaydeder ki yıllarca sürmüş sanarsınız o muazzam aşkı.. Halbuki ertesi gün bulamamıştır onu yeniden ziyarete gittiği odasında! Kadının ardından yazılanlar ise diz boyu..Her esen rüzgarda çamaşır ipinde sallanan bir elbise görüntüsü yazarın aklını ve hayalini beslemeye devam etmiştir yıllarca…Evet sevgili analitik beyinler! Diyelim ki yazar çok melankolik…Bir kez yüreğinin varlığını hissetmek için bile yazmaya ve yaşamaya değerdir olanlar!

        Sevmek diyor Cemal Süreya “Sevmek, ne uzun kelime!” Ve ekliyor devamında.. “Sen aklım ile kalbim arasında kalan en güzel çaresizliğimsin!” Gelsen diye çağırıyor hem tüm umuduyla hem tüm umutsuzluğuyla.. Gelince de susmaktan başka bir şey vaadetmiyor aslında…Bu yönüyle evet sevmek ne uzun bir kelime… Ve buna benzeyen ve hatta daha içli ve derinden olan özlemleri barındıran aşk dolu satırları, hastanedeki eşine moral olsun diye yazmış Cemal Süreya..Sonrasında  derlenen bu mektupların adı ise benim için son derece manidar: Onüç Günün Mektupları..

        Ya ben yaşadıklarımı okuyorum ya da okuduklarım beni yaşatıyor. Şükürler olsun, her iki ihtimalde de yaşıyorum. Nazım’ın dediği gibi.. Yaşamak..Büyük bir ciddiyetle…İşinin gücünün sadece yaşamak olduğunu bilerek..

05 Temmuz 2020

MEVEDDET KOKULU AŞK MEKTUPLARI

         "Canımın canı, benim sultanım”...diye başlarmış hünkarlara sunulan aşk mektupları..

    Fethettikleri onca ülkeden çok daha önemliymiş demek ki bir kadının gönlünü fethetmeleri... Destansı mektuplar yazdırabilir ve yazabilirlermiş gönül sözlükleriyle..

Dağı taşı inleten o büyükler, aşk karşısında inim inim inleyerek dönerlermiş seferlerinden...Fethettikleri topraklardan güç alıp, aşk dolu halleriyle bulundukları yere kök salarlarmış. Sonra bu kökler sarmaşık olup, aidiyet ve mensubiyet hallerine katılır yol olurmuş, ülke olurmuş, şehirler olurmuş, yuva olur, aile olurmuş.

    O korkusuz, o cesur, o güçlü kudretli fetih hallerini; zarif, ürkek, narin ve sevgi dolu bir kadının yüreğini avucunda tutabilecek kadar da dengede kullanabilirlermiş. Düşününce ne kadar anlamlı, içten ve özel bir denge halidir bu! Bir gözüyle emirler yağdırırken sağa sola  bir gözüyle sevdiceğinin gözlerinin içine bakarak “dile benden ne dilersin” diyebilmek cömertliğindelermiş.İşte bu hâl bir erkeğin "muhabbet" makamıdır! Kadın zaten muhabbettir. Hani şimdilerde bir söz vardır ya! “Aşk erkeğe yakışır, çünkü kadın zaten aşktır” diye! İşte bu sözün arkasındaki anlam budur.

     Muhabbet.. Alelade sohbetler için kullanılamayacak kadar içinde yoğun duygular taşır! Sözlükler irdelendiğinde “hubb” kökünü barındırır içinde yani “ruhun kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi” demektir ki; muhatabına bakarken cana gelir; dil olur, sözcük olur, hürmet olur, yürek olur. Muhabbet yoğunlaşır, gözleri dolar, içi içine sığmaz taşar hallere girer; işte o vakit adı “meveddet” oluverir. Bu makamda aşk vardır, sevgi vardır, Rab kalbin içine “vedud” isminden damlatmıştır, ”vüdd” hali vardır. Bağışlanan bir sevgidir bu, kişinin iradesini aşmıştır artık!Bir ihsan hali, bir tecelli etme durumu vardır. Yaradanın kaynağından beslenmeye başladığı için sonsuzluk hali vardır, ”ölene dek” diye başlayan vaadli cümleler bellekteki yerini kaybeder, zira yürek almıştır artık sorumluluğu! 

       Zihin dinlenmeye geçmiş, suya bırakmış kendini, akış onu huzura gark etmiştir. Ruha eklenerek, öldükten sonra bile yaşamaya değer kılmıştır insan denen aciz varlığı! İnsan içindeyken bilemez ruhun mertebelerini; yeni durum onu sarsmış gibidir. Anlamaya çalıştıkça, sözlükler karıştırır, merakla araştırır lakin dünyevi bir ilimde bunlara rastlayamaz. Ve elbette bir de bu ilmi talep etmesi gerekir çünkü her türlü ilim ancak isteyene verilir. Alışkanlıkları değişir, ezberleri bozulur, olmaz dedikleri oluverir, kınadıkları başına gelir, hayatı alt üst olmuş gibi görünür. Dünya gözüyle görülen hal budur. Kökler, bağlar, tecrübeler, ezberler, olup bitenlerden ve dünyevi kaygılardan sıyrılmaya başlar artık...

        Münezzeh olmuştur; zamandan, mekandan, eşyadan...Namütenahiliğe yolculuk başlamıştır ilanihaye'ye kadar uzanan...Teslimiyet vardır ve dahi iradeyi bırakışlar! Sanılmasın ki kişinin bundan sonra hayata bir dahli yoktur. Aksine daha aklı başında bir cesaret haliyle bütünleşmiştir. Kişi "seçebilme" kudretini damarlarına kadar hisseder artık!

        Ah şu seçmek! Yeryüzünde bundan daha tesirli bir kelime var mı bilinmez! Seç ve yaşa; seç ve bitir; seç ve devam et; seç ve acı çek; seç ve gülümse vs vs vs.Seçim yapabilme kudretimizdir aslında bizi özgürleştiren! Bizse özgür olamadığımız için seçim yapamadığımızı düşünüp kendimizi bir çekmecenin içine sıkıştırırız genellikle...Her zaman  bir gün özgür olacağımızı düşlediğimiz anlar gelecek diye yaşamaya çalışırız. Zamanın ne kadar kısa, ölümün ne kadar yanıbaşımızda olduğunu unutarak... Feda ettiğimizi düşündüklerimizin, kahramanlık hikayesi gibi ardımızdan bahsedileceğini umarak! Bize sonsuz bir cömertlikle lütfedilen hayatı, içimizden gelenler ülkemize yabancı düşerek tüketmeye çalışırız.
       Ne güzel de anlatıyor, okurken altını çizdiğim satırlar bu durumu:"İnsan 16 yaşındayken dünyayı değiştireceğini düşünür. 18 olduğunda düşünceleri sert bir kayaya çarpar. 20 yaşına geldiğinde hiçbir şey değiştiremeyeceğini anlar. 25 yaşına geldiğinde ise dünyanın onu değiştirdiğini fark eder ve insan 25 yaşında ölür, 75 yaşında gömülür." 

       Bu hesaba göre 25’ten sonra elli yıl nefes almadan geçer. Hayatının kontrol panelini başkalarına ve işin en kötüsü sevdiğim dedikleri insanların hoyratça ve gelişigüzel kullanımına teslim eder.Dönüp ardına baktığında gün içinde bir köşede gazetesini okumayı, beş dakika tek başına kahve içebilmeyi ya da bir film izleyebildim bugün şükrünü hayatının konforu sayar.

      Ama özüne rastlayanlar öyle mi?  Özünü keşfetmişse eğer bu kez bambaşka bir hayat başlar. Hayatın ona getirdikleriyle ilgilenmez, hayata ne katabileceğini bilir ve hareketlenir. Üretkenlik vardır, aşk vardır, artık yapmak istedikleri değil zaten yapıyor oldukları vardır.  İçinde kalanlarla hayıflanmaz, içinde oluşanların renkleri ve danslarıyla devam eder. Bilgece  sorgular, kendine gerekli olanları yanına alır, kendinden çalanları ardında bırakır. Daha rafinedir artık zevkleri, yaşam tarzı ve düşleri… Kötü düşünmek ve maske kullanmak zorunda kalmaz; en estetik hastalık olan farkındalık hastalığına yakalanmıştır. Koklar, dokunur, tadar, anlar, fark eder ve ruhuna uyumsuz olanı uzaklaştırır kendinden… 
      Hayaller kurmak yerine bir hayali yaşamak...Daha yüreğinden geçirirken düşlerin elinden tutmak.. Her duygunun farkında ve tınısında olmak...Nefes almanın kıymeti ve güzelliğini her seferinde tatmak..Bizi sıkıştıran çerçeveler ve çekmecelerden uzaklaşmak...Yürekteki muhabbeti, meveddet makamına dönüşerek yaşamak..

      "Sen benim gönül sözlüğümde hiç sayfalara bakmama gerek kalmayanımsın" yazdırabilecek bir gönle denk düşmek.. Hani yaşlı teyze eşini kaybedince demiş ya "şimdi ben derdimi anlatırken konuşmak zorunda kalacağım" diye! İşte o samimiyetin, o suskunlukların, görünmeyenlerin ötesindeki ülkeye geçebilmek...Şairin dediği gibi, bütün işinin gücünün yaşamak olması haliyle…"Ciddiyetle yaşamak”..


Ey Gönlüm! Hayatın bana ikram ettiği Fİ masalı’nı yaşamaya tüm varlığımla niyet ediyorum”.. 

Muhabbet ve Meveddet ile… 

"BAZI KALPLERİN KADERİDİR AŞK"

  “Şiir yazdırmıyor aşk,yaşanırken” diyordu okuduğum satır.   Katılmadığımı belirtmek isterim. Şiir gibi roman gibi sevebilmek hissinden ...