22 Ekim 2015

AŞK PINARI, ANA YÜREĞİNDE GİZLİDİR!


Aşk; herkesin yüreğinde aynı yaşanmaz, bambaşka bir seyir izler. Aşk şeklimiz, aşkı nasıl yaşadığımız, en ufak bir kaygı ve korkuya yer vermeden kalp ritminin içinde kaybolabilmemiz çok ciddi bir duygusal bilinç göstergesidir.

Bowlby, bağlanma kuramında güvenli bağlanma kavramı içinde anneyle kurulan ilk ilişki anının, sağlıklı olduğu sürece tüm hayatı etkileyen yanından bahseder. Aslında sevmeyi annelerimizin gözlerinden öğrenmeye başlarız. Bize olan sevgisini aktarma şekli, seçimlerimizi, kararlarımızı, beğenilerimizi nasıl da düzenleyiverir fark ettirmeden... İçimizdeki merhamet kavramının gelişimini, annemizin bizimle kurduğu ten temasıyla, söylediği bir ninniyle veya vücudumuzu sıcacık tutabilmesiyle ilişkilendirmiş oluruz bebeklik döneminde…

İlişkilerde yaşanan sıkıntıların temellerine indiğimiz zaman, ciddi anlamda anne tarafından ihmal edilen duygu yoksunluğu, anneye duyulan öfkeler karşımıza dikiliverir hemen… Bazen aşikârdır bazen üstü örtük… Ama sonuç hep aynı yere gider. Annenin kendini olumlu ve sağlıklı kabulü, çocuğunu etkiler ve çocuk hep çocuk haliyle kalmaz bu hayatta… Büyür, gelişir, sosyal bir varlık haline gelir. Duygularını tanır veya tanımlayamaz. Okulda, işte, arkadaş çevresinde ve en önemlisi flört veya evlilik sürecinde birçok şey yaşar.Demek ki aşk kapasitemizi anlayabilmek için, annemizle olan ilişkilerimizi gözden geçirmemiz gerekir.

Karşılaştığımız her yeni insan, her yeni ortam veya her bir aşk, aynalar diyarında gezmek gibidir. Kendi parçalarımızla karşılaşırız, yüzleşiriz, kendimizden kaçarız, güleriz ya da aynalara küseriz. Ama kendimizle olan kavgamız nedeniyle, karşımıza çıkanları suçlarız, onlara güceniriz, sürekli söylenir, kızarız. Olayların ve insanların, bizim gönlümüzü terbiye etmek için gönderilmiş oldukları gerçeğini gözden kaçırırız. Şu an ne yaşıyorum ve ne öğrenmem gerek sorusunu hiç sormayız kendimize... Zordur yüzleşmek !!! İmtina ister, yürek ister, sorumluluk altına girmeyi gerektirir, kendi kendinin hesabını sorma cesareti gerektirir.

Sevmek, kendini bulmak demektir. İnsanın kendini bulabilmeye bile vakti yoksa sevmekten bahsedilemez. Duygular, sadece isimlendirildiği zaman çözümlenebilir hale gelir. Aşk, hiçbir oyunu içinde barındırmayan bir duygudur aslında… Olduğu gibi kabulün, özgür seçimlere saygının başladığı an, gerçek aşktan söz edilir. Ne yaşadığını bilemeyen, anlamlandıramayan, hayata dair farkındalığı kavrayamayan bir insanın aşk ile sevgi ile tanışabilmesi ve bu duyguları yaşayabilmesi, tanımlayabilmesi mümkün değildir.  Böyle bireyler, sadece bazı duygularına köle ararlar, benciliği aşk sanarlar, koşullar şartlar oluşturup, ortaya sürüp dururlar. Listeleri vardır bekledikleri ilişkileri şekillendirmeye çalışan… Ne istediğini bilmek olarak adlandırılan ve nitelendirilen çizelgeler…  Oysaki sevgi ve dahi aşk, koşullar gerektirdiği için yaşanmaz, koşullar kendiliğinden oluşur hale geliverir gerçek bir aşk varsa ortada… Metin Hara, Aşkın İstilası Yol adlı kitabında bu durumu şöyle anlatır:

“Bir akvaryumun içine iki balık koyarsan, onlar birbiriyle sevgili olmak zorunda kalır. Ortada bir seçim yoktur, bir kader vardır. Fakat koca okyanusun içinde, iki balık birbirini seçerse, işte onun ismi aşk olur. Çünkü bu balıkların arasında, şartların yarattığı bir mecburiyet yoktur. Gerçek aşkı, koşullar bunu gerektirdiği için yaşamazsın, onu sen kendin yaratırsın.”

Âşıklar sudan çıkmış iki balıktır artık, iliklerine kadar aşk denizinde ıslanmış… Sevgili dediğin şey kimdir peki? Kişiliğinin her ayrıntısını, kökünü, gövdesini fark edecek kadar derin, bir nefes kadar gerekli ve etkili, düşlediklerini beynine sığdıramayacak kadar tombul hayalli, ümitsizliği hiç düşünmeyecek kadar Polyanna, “anlayışın sınırı mı varmış?” diyecek kadar geniş, başka birini gözü görmeyecek kadar görüş açısı dar olan kişi demektir sevgili…

Bir aşkı olmalı insanın... O gelecek diye sevinçten uykuları kaçan, o konuşacak diye tüm dünyayı susturan, bir sevgi dolu bakışı için her zorluğu göze alan, varını yoğunu benliğini ortaya koyan, ne olacak şimdi diye düşünmeyen, yaşadığı her anı sermaye bilen, kollarına kendini bıraktığında oracıkta eriyen, bir uçurumun kenarındayken sırtını ona yasladığında, gözünü hiç düşünmeden kapatabilen… “Hiç olmadan aşk başlamaz” der sufiler...Bir hiç olmalı onun yanında, bildiği her şeyi unutmalı, yeni öğrenir gibi heyecanlanmalı, ruhunun aşk pınarından içebildiği kadar içmeli insan…Böyle bir aşk için, Özdemir Asaf’ın dizelerinde tanımladığı gibi, bir seviyi anlamak için bir yaşamı harcamak gerekir belki de…

Ey aşk!!! 
Terketme bizi...
Yokluğumuz boşluk olur,
Dualarımız öksüz kalır, 
Kelebeklerimiz yalnız, 
Renklerimiz hep gri kalır. 
Heyecanımız yitip gider, coşkularımız kursağımızda kalır. 
Sevenin kolları omuzlarından kesilir, bacaklarının da  dermanı...
Gözleri görmez, sesleri duymaz olur. 

Tut elimizden aşk!!! 
Kilitler bul… Hem sıkmasın bileğimizi hem koparmasın birbirinden ellerimizi...
Öyle bir su bul ki bize, ayrılık çölünde çıkan yangını söndürsün, aynı zamanda içinde yüzülecek aşk denizini doldursun. 

Bilirim aşk!!! 
İmkânsız gibi görünürken, mümkünleri de sıralarsın.
Neye inanacağını şaşırtır, hem güldürür hem ağlatırsın. 
Hem yandırır hem yakarsın. 
Sevdiğini hem gösterir hem yanından alırsın. 
Hayalini kurdurur sonra hayalleri çalarsın.
Bir varsın bir yoksun.
Söylesene aşk sen bize neler yaparsın?

Hissedilen Aşk ile…
Her yeni güne Bismillah
Her yeni alınan derse Eyvallah,
Her yaşanan güzelliğe Maaşallah, 
Her güçlüğe ya Allah, 
Her korkuya Maazallah,
Her yeni ana  Biiznillah der,
Hayata yeniden başlarsın. 

Öyleyse aşk !!! 
Ya ateşinle yandır bizi ya da kör kuyularda söndür bizi...
Ne yaparsan yap, bir hiç olarak cümlelerde andır bizi... 
Unutturma öğrendiklerimizi, yazmamızı sağla yüreğimizin derslerini...
Ya birbirimizde yok olalım ya da yok olup göz önünden kaybolalım ama asla ortada kalmayalım. 
Çünkü Aşk, hiçbir zaman boşluklarda yaşanmaz. Şems’in dediği gibi ya siyahtır ya beyaz ; grisi yoktur asla…Ya merkezindesindir ya dışında...Olamazsın ortasında…

Öyle aşk cümlelerimiz olsun ki bu hayatta; virgüller, içi dolu çikolatalardan oluşsun. Sevenden gelen  satırlarda bir an bile durulmasın, tek nokta anlamını yitirsin mesela... Üç nokta sürekli kullanıldığına sevinsin. Aşkın kitabı tekrar yazılsın.  Sevilen, gönlüne sevenle ilgili parantezler açsın. Çılgın hayallere ünlemler eklensin, merak edilenlere soru işaretleri... “Ne güzel bir cümlesin sen” diyebilmeli insan aşk sayfalarına yazılan yazılara...

Yüreğindeki aşk; seni sarmaşık gibi sarsın
Gözlerindeki aşk; hayallerini süslesin.
Sözlerindeki aşk; kulaklarında yankılansın.
Satırlarındaki aşk; baktığın her sayfada gözlerini kamaştırsın.
Ruhundaki aşk; dualarında yerini alsın.
Gecen gündüzün aşkı hatırlatsın, sarmalasın, sevenlerin sonsuzluk denilen saatinde akrep ve yelkovan gözden kaybolsun.

Ve bugünden sonra AŞK, ruhumuzu şifalandırsın, benliğimizi yok etsin.  Aşkın içindeyken, maskelerimiz ve  kimliklerimiz anlamını yitirsin. 

"Aşk bir gül gibidir Yusuf'a benzer. Kokusunu almaya bir Yakup ister." (Hz. Mevlana)

"BAZI KALPLERİN KADERİDİR AŞK"

  “Şiir yazdırmıyor aşk,yaşanırken” diyordu okuduğum satır.   Katılmadığımı belirtmek isterim. Şiir gibi roman gibi sevebilmek hissinden ...