Bir sevdiğini kaybeder
insan… Genç veya yaşlı fark etmez, çünkü anıların genci ve yaşlısı yoktur.
Sadece eskisi ve yenisi olur. Yanar yüreği, uyuşur tüm bedeni acıdan,
bildiklerini unutur, kelimeler bir süre küçük dile tutunur, boğar insanı adeta…
Tanıdığı tüm insanlar yabancı oluverir kişiye. Bu ağır yük ile insan, sevdiğine
veda edemez bile. Çevresinde o kadar çok yerine getirilmesi gereken ritüel
vardır ki, kişi acıyla beraber bunları düşünmek için çevresi tarafından adeta
zorlanır. Ve vedalaşamaz insan sevdiğiyle! Ona son görevini yapmıştır elbet ama
baş başa kalıp son kez vedalaşamamıştır. Diyecekleri vardır ona ya da
kendince ondan duymak istedikleri…
Kocaman bir boşluktadır artık… Daha sonra bir çok sıkıntı yaşar fakat ölüm
kadar sarsmamıştır onu diğer sıkıntılar… Birden çevresindeki krizleri
yönetemez, insanların yükünü kaldıramaz hale gelmeye başlar. Bir yandan canını
sıkar bir yandan “ne kadar gereksiz, her şey bitip gidiyor zaten” diyiverir.
Hayat, anlamını kaybeder onun için! Önce çevreye küser, sonra içine döner ve
artık gözlerindeki ışıltı söner. En sevdikleri tarafından eleştirilmeye başlar,
gülmüyorsun diye. Çoğu zaman yanı başında oturan ve her şeye tanıklık eden
hayat arkadaşı bile onu acımasızca eleştiriverir. Herkes onun duygularının
üstüne çıkmış, adeta tepinmektedir. Ve kocaman bir yalnızlık, değersizlik, karanlık,
boşluk ve bitmeyen çileli hayat öyküleri serisi yazılıverir kişiye göre…
Oysa
vedalaşabilseydi daha önce… Onu ne kadar kırdığı için özür dileseydi, söylemek
istediklerini kulağına fısıldasaydı, yüzüne bakarken onu yanındayken bile ne
kadar özlediğini fark edebilseydi insan, büyük bir huzurla ruhuna daha rahat
gömebilirdi sevdiğini… Nefret ettiğini sanarken aslında onun tarafından ne
kadar sevilmek arzusunda olduğunu anlatabilirdi sessiz hıçkırıklarla… Sana
ihtiyacım yok diye çığlıklar atarken, “sadece yanımda sen ol ve hep benle kal” diyebilirdi
belki gururunu yenebilseydi… Affedebilseydi her şeye rağmen kendini ve
sevdiğini… Ruhunu sıkan bu acıyı, avucunun içinden gökyüzüne salıverilen bir
güvercin gibi üfleyebilseydi gökyüzüne belki dindirebilirdi. Affedebilmeli… Affetmediğimiz
insanın haberi yokken de affetmek, içimizden
“seni affettim ve sana veda ediyorum” diyebilmek belki de mutluluğumuzun anahtar
cümlesiydi.
Dedim ya iyi
vedalaşmaları olmalı insanın… Yoksa hayat boyu süren boşluklar ve gedikler oluşuyor.
Bize çok basit gelen ufak ayrılıklar, bir şey söylemeden bırakıp gittiklerimiz
veya arkasında kaldıklarımız yüzünden yaşam boyu süren bunalımlarımız oluyor. Bir
genç adam tükenmez kalemi bittiğinde bile sevgiyle, emeği için teşekkür ederek
ayrılabilmeli! Bir evden ayrılırken genç bir kadın, her odasına, her penceresine veda
etmeli! İçindeyken yaşadıklarından hayırlar umarak, olumlu hatıralar torbasını
tıka basa doldurarak ayrılmalı sevdiklerinden… Belki de sevdiklerimizin ölümle
bizi terk etmesinin yanı sıra, ölmeden manen gömmeye çalıştıklarımıza da üstadın
derin şiirleri ile veda edebilmeli ya da “bu incecik bir veda havası, incinen
bir hayatın yarası” diyerek şarkılar söyleyebilmeliyiz, ruhumuzun dinleyebilmesi
ve dinlenebilmesi için…
VEDA
Elimde, sükûtun nabzını dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin!
Saçlarımdan tutup, kor gözlerinle,
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin!
Yürü, gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta
Yolu tam dönerken arkana bak da,
Köşede bir lahza kalıver gitsin!
Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgâra salıver gitsin!
Necip Fazıl
Kısakürek,1923